Ana içeriğe atla

ikibinyirmibir biterken: kişisel sorgulamadan arda kalan


Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında
Aşklarım, inançlarım işgal altındadır’


Buraya epeydir bir şeyler yazmıyorum. Elimde yarım kalmış yazılar, niyetlenilmiş makaleler ve olgunlaşmamış fikirler var. Onlardan söz etmemek en iyisi sanırım. Pandemi gündemiyle başlayıp ekonomik buhranla nihayete erecek olan bu uzun ve yorucu yıl biterken, belki yıllar sonra tekrar açıp okuyabileceğim otobiyografik sayılabilecek bir yazıyla bende kalan izleri buraya not olarak düşmeyi kendim için daha sağaltıcı ve yararlı buluyorum. O yüzden bu yazıyı öncelikle kendim için yazıyorum. Gerçi şimdi düşününce, insanın kendisi için yazmadığı bir yazma pratiği var mıdır sanki? Bir soru olarak kalsın, yazıya geçelim.


***


Geride bıraktığımız ikibinyirmibir yılı benim için kişisel bir sorgulama dönemi oldu diyebilirim. Adını koyamadığım şeylerin adını koyabildiğim, ayırdına varamadığım veya belki de varmak istemediğim gerçekleri gördüğüm, bazen üzücü ve yıpratıcı, ama aynı zamanda besleyici ve dinamik bir süreçten geçtim. Böyle süreçlerin içerisinden geçtiğinde insan, normal şartlarda ne kadar dışa-dönük biri olursa olsun, kendisiyle daha fazla uğraştığı için ister istemez içe-dönük bir karaktere bürünüyor. İnsanoğlu ancak içe-dönük olduğu zamanlarda, içinde yer aldığı dünyaya daha iyi nüfuz edebiliyor. Dünya derken nesnel bir dışsal gerçeklikten ziyade, içinde eylediğimiz ve sosyal bir varlık olarak bizi anlamlı kılan kişisel dünyamızı kastediyorum. Böylece kendimize dönük olduğumuzda aynı zamanda çevremize karşı daha duyarlı hale gelebiliyoruz. Bu duyarlılıkların ve içe bakışların bir verimi olarak bazı davranışlarımızı değiştiriyor, bazı ilişki kurma biçimlerimizi terk ediyor, kendimize bazı hususlarda sınırlar getiriyor, bazı düşüncelerimizi gözden geçiriyor ve nihayet bazı insanlarla yollarımızı ayırmayı tercih ediyoruz. Ancak tüm bu gelişmelerin, bizim kişisel sorgulamamızdan ayırt edilemeyeceği için kendi hayat serüvenimizin bir parçası olduğunu en iyi biz takdir edebiliyoruz. Gördüğümüz dünya başkalaşıyor ve hikâyemizi değiştirmeye çabalıyoruz.


***


Kişisel bir sorgulama döneminden geçtiğimden dem vurdum. Bunları şeffaf bir şekilde yazıya aktarmayı şahsen uygun bulmuyorum. -Dürüst bir yazar örnekliği göstererek oto-sansür mekanizmasının her daim işlediğini okuyucuya hatırlatmak isterim.- Ancak sadede gelecek olursak, bu sorgulamalardan bana neyin kaldığını lisân-ı münasiple ifade edebileceğimi sanıyorum. Bu sürecin en önemli kazanımı olarak -here comes the selfhood clichê- kendimi tanıma noktasında mesafe aldığımı söyleyebilirim. Bu elbette bir yönüyle bitimsiz bir yolculuk. Boşuna söylenmiş bir söz değil herhalde, ‘nefsini bilen Rabbini bilir’ diye. Ben de kendi nefesim yettiğince daha önce düşünmediğim can sıkıcı şeyler düşündüm kendim hakkında. Yolumuzu kaybetmezsek bir müslüman olarak bu işten kazançlı çıkacağımızı söyleyebiliriz: insanın kendisiyle uğraşması başlıbaşına kıymete haizdir ne de olsa.


***


İnsanın kendisini gerçekçi bir şekilde kavraması elbet kolay bir iş değil. Bu açıdan insanın dört zindan (doğa, tarih, toplum ve benlik) içinde yaşadığını söyleyen Ali Şeriati’nin, kurtulması en güç olanın, bizatihi insanın kendisiyle birlikte var olan benlik zindanı olduğunu ifade ederken önemli bir hakikate işaret ettiğini söyleyebiliriz. Benlik zindanından dinin yardımı olmadan çıkmanın mümkün olmadığını ilan etmesi ise modern Batı düşüncesinin sınırlarını göstermesi açısından dikkate değerdir. Peki, sözümona büyük anlatılar bir tarafa, kendimizi hesaba çektiğimizde elimize ne geçer, ne öğrenir ve bu öğrendiğimizle ne yaparız? Temelde iki şeyi: 1) insanlar arasında bir insan olarak melek olmadığımızı öğreniriz. 2) insanlar arasında bir insan olarak şeytan olmadığımızı öğreniriz. Böyle söyleyince kulağa komik geldiğinin farkındayım. Kim kendisini melek veya şeytan görür ki zaten? Öyle değil mi? Öyle değil. Çevremizdeki insanları suçlar, yargılar, kınar ve kötülerken kendimizi tüm kötülüklerden yalıtarak düşünmeye eğilimliyizdir: ben bu kötülüklerden beriyim, benim nefsim bu kadar kötü, bu kadar zalim, bu kadar hoyrat olamaz. Ama olur canımın içi, ya sen kendi kötülüklerine karşı biganesindir veya bile isteye kendine kıyak geçiyorsundur. Çoğu zaman ikisi de karmaşık bir biçimde aynı anda var olur. Halbuki melek olmadığımızı idrak ettiğimizde insanlardan daha kolay özür diler, hata ve günahlarımızın daha fazla farkında oluruz. Üstelik hem insanlara hem kendi nefsimize karşı daha insaflı ve merhametli oluruz. Bazen de tam tersi bir duyguya kapılırız: insanlar ne kadar da iyilik dolu, bense bu kötülük, bencillik ve zalimlikle ancak bir şeytan olabilirim. Değilsin canımın içi, suçluluk psikolojisiyle tüm kötülükleri kendine yazarak insanları idealize ediyor ve onları kötülükten azade kılarak melekleştiriyorsun. Böylece nefsine zulmediyor, kendini olduğundan daha kötü zannederek iyilik potansiyelini öldürüyorsun. Sonuç olarak kendimizi çevremizden yalıtılmış hissettiğimizde insanlardan bir insan olduğumuz gerçeğini unutmuş oluruz. Böylece kendimize ve başka insanlara zulmetmeye başlarız. Demek ki sosyal hayat için ilk günahın eskilerin müstağni olmak (minnetsiz, ihtiyaçtan münezzeh) dedikleri yalıtılmışlık hissi olduğunu söyleyebiliriz. Günahların en büyüğü olan tekebbürün de kaynağı burası.


***


Kendimizle uğraşmak kişiliğimizi hırpalamak ve kendimizi gereksiz yere suçlamak değildir. Tam aksine, kendimizle bir şekilde hesaplaşmaya giriştiğimizde, üzerimize bin(diril)miş yüklerden de arınmış oluruz. Bu yükleri geride bırakmak bize hafiflik getirmez, aksine kendi sorumluluklarımızın ve sınırlarımızın bilincine varırız. Ben de bu süreçle birlikte insanlarla ilişkimde kendi sınırlarımı gözetmeyi, gerektiği yerde sınır çekmeyi, gerektiği durumlarda daha fazla inisiyatif almayı ve müdahil olmayı öğrenmiş oldum. Bu sürecin akademik hayatıma dahi çok önemli bir etkisi oldu, -etkisinin olmaması düşünülemezdi elbette- : yatay geçiş yaptım. Bugünden baktığımda, çok doğru ve fakat ne yazık ki çok gecikmiş bir karar olduğunu görebiliyorum. Akademik gelişimime katkı sağlamadığı gibi, tam aksine beni sürekli geriye doğru çeken çok sorunlu bir ilişkiyi, sömürüldüğü açık olan bir vefa duygusuyla, sürdürmenin anlamı neydi? Anlamı, sanırım, kişisel hayat serüvenimde gizli. Onu çözmeye, kendimi anlamaya çalıştım. Ayrıntı vermeme hiç lüzum yok, ancak şu noktanın altını çizmem gerekir: başımıza gelen olaylar, karşılaştığımız insanlar, bazı takıntılarımız, tekrar eden döngüler, mıknatıs etkisi vs. vs. insanın biraz kendinde derinleşmesiyle tüm bunların tesadüf olmadığını, yani bir bütünün parçası olduğunu anlaması kişisel bir aydınlanmaya kapı açabiliyor. Daha önce söylediğim gibi, bitimsiz ancak kıymetli bir süreç.


***


Bu sorgulamaların bir sonucu olarak ikibinyirmibir yılında, daha önce hiç olmadığı kadar, normatifliğin içine gömüldüğümü itiraf etmeliyim. İyi bir baba, iyi bir evlat, iyi bir koca, iyi bir hoca, iyi bir dost, iyi bir arkadaş, iyi bir insan ve elbette iyi bir müslüman. Bunları nasıl olabilirim üzerine düşündüğüm bir yıl oldu. Bu yılın ekim ayının son günü dedem rahmetli oldu. Onun hayatı ve ölümü, sade ve güzel bir örnek olarak bana yol gösterici oldu. O ölmeden önce birlikte geçirdiğimiz son dakikalar benim için unutulmaz bir anıya dönüştü. Dedemin durumu kötüleşince bir daha göremeyeceğimiz endişesiyle aile efradı olarak Trabzon’a dedemi Almanya’ya uğurlamaya gitmiştik. Havalimanı’nda beklerken görece yaşlı bir adam yanımıza geldi, dedem ve anneannemle sohbete başladı. Bizimkiler başta hatırlamadılar adamcağızı, sonra hatırlayınca çok sevindiler. Dedemin demiryollarından mesai arkadaşıymış. İlk tanıştıkları yıl 1980. O güzel adam dedemin halini görünce işin ciddiyetini anladı. Çünkü dedemin canı sıkkın, ilk kez tekerlekli sandalyeye binmiş, hastalığın ağrına gittiği her halinden belli. Gurbetçi dostu “hacı” diye diye aşkla şevkle çok güzel moral verdi dedeme, hakkında çok güzel şeyler söyledi. Eskilerden konuştular, ortak tanıdıklardan, gurbetçilik kader ortaklığıydı ne de olsa. Dedemin hayatına yıllardır görüşmediği bir dostunun şahitlik etmesi çok anlamlı geldi bana. Dedeme gıpta ettim. Demek ki anlamlı ve dürüst bir hayat yaşamış, kader ortağı olan mümin dostu ona şahitlik ediyor diye düşündüm. Yaşadığımız hayatı anlamlı kılmak ve ahiretimizi güvenceye almak için, imanın yanı sıra, kan bağı olmayan bir kişinin, arkadaşın, yoldaşın veya dostun şahitliğinin değerini anladım. Rabbim hiçbirimize şahitliğe muhtaç bir kul olduğumuzu unutturmasın. Amin.

*

İçsel sorgulamalarla geçirdiğim ikibinyirmibir, kitaplardan ziyade insanlara ve ilişkilere odaklandığım, geçen yıllara göre daha az okuduğum ama daha fazla metin yazdığım bir yıl oldu. Çok şükür, yaşanması gereken bir dönem geçip gitmiş oldu. Şimdi hissiyatım, şairin dediği gibi, ‘fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime’.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İdeolojiler Temelinde Osmanlı-Türk Modernleşmesi Literatürü: Bir Tasniflendirme Denemesi

Türkiye’nin bir “tarih” sorunu var. Esasında dünya çapında nitelikli tarihçilerimiz olduğu gibi, 1980 sonrasında giderek artan şekilde Osmanlı ve Selçuklu tarihine yönelik geniş bir akademik ilgi de söz konusu. Yani aslında sorun nitelikle ilgili olmadığı gibi nicelikle ilgili de değil. Türkiye’de okur-yazar hemen herkesin koro halinde yakındığı, tarihimizin ideolojilerden arınmış şekilde ele alınmamış olması olgusu önemli bir problem alanına işaret ediyor. Bu açıdan meselenin kısaca ideoloji sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Uzunca bir süredir tarih disiplini ülkemizde her ideolojinin rakip ideolojilere karşı kendi işine yarar malzemeyi devşirdiği bir cephanelik olarak işlevselleşmiş durumda. Mevzunun esas düğümlendiği ve kavganın en hararetlendiği yer ise, son iki yüz yıllık tarihimiz, nâm-ı diğer modernleşme maceramız. Ben burada Osmanlı-Türk modernleşme tarihyazımında, mevzuya ilgi duyanlar için giriş kâbilinden, ideolojik pozisyonları temel alan amatör bir tasniflendirme denemesi ya

Kürsü Peygamberlerine Karşı Max Weber: Meslek Olarak Bilim Üzerine

  Max Weber 1918 yılında Münih Üniversitesi’nde meşhur Meslek Olarak Bilim adlı konuşmasını yapar. Geniş yankılar uyandıran konuşması, çağının realist bir teşhisini içerir. Konuşmasında söz konusu olan bilimsel ethosmuş gibi görünür, ama özünde modern, rasyonel uygarlığın çelikten kafesinde, anlamlı bir yaşam talebinin, eğer hâlâ mümkünse nasıl gerçekleştirilebileceği sorusunu yanıtlamaya çalışır. Weber bir bilim adamı olarak söz konusu talebin bilimle ilişkisini sorgular. Weber’e göre anlamlı bir yaşam istemini modern bilim yanıtsız bırakır. Weber için nihai anlama yönelik sorgulamalar dünya görüşleri alanında ve insan ruhu içerisinde aranmalıdır. Daha önce metodoloji üzerine yazılarında değer yargıları ile olgular arasında kategorik bir ayrım yapılması gerektiğini savunan Weber, 1918’in olağanüstü şartlarında yeniden aynı konuya dönerek olgularla ilgilenen bilimsel alan ile değer yargıları içeren dünya görüşleri arasında kalın bir çizgi çekmeye çalışır. Weber’in bilim üzerine yaptığ

İmkânsız İdealizm: Wael Hallaq’ın İslâmcılık Bağlamında Modern Devlet Eleştirisinin Eleştirisi

  Son dönemde İslâmcılığa ilişkin özgün denilebilecek eserler Türkçeye tercüme ediliyor. Bunlardan biri de, Wael Hallaq’ın The Impossible State adıyla 2012 yılında yayınlanan ve nihayet 2019 yılında Türkçeye tercüme edilen kitabı oldu. Kitabın İslâmcı çevrelerde okunduğu ve tartışıldığı, aynı zamanda Türkiye’de yazara yönelik ilgiyi artırdığı söylenebilir [1] . Bu açıdan kitabın, kimsenin pek haberi olmadan sessiz sedasız bir şekilde tozlu raflardaki yerini alan tercüme eserlerin kaderini paylaşmadığı, en azından belirli bir muhitte yankı bulduğu söylenebilir. Bu nedenle burada bir tanıtım amacından ziyade Hallaq’ın kitabının bir kritiğini yapmaya çalışacağım. Ancak yine de, hem yazı bütünlüğünü sağlamak hem de yazarın kitabını ilk kez duyanlar için tartışmaya bir giriş olması açısından Hallaq’ın temel argümanını ve kitabı aracılığıyla temel hedefini ortaya koymaya çalışacağım. Daha sonra ise Hallaq’ın söylemini, epistemolojik temellerinin dayandığı entelektüel geleneğin içerisine yerl