Ana içeriğe atla

Kürsü Peygamberlerine Karşı Max Weber: Meslek Olarak Bilim Üzerine


 

Max Weber 1918 yılında Münih Üniversitesi’nde meşhur Meslek Olarak Bilim adlı konuşmasını yapar. Geniş yankılar uyandıran konuşması, çağının realist bir teşhisini içerir. Konuşmasında söz konusu olan bilimsel ethosmuş gibi görünür, ama özünde modern, rasyonel uygarlığın çelikten kafesinde, anlamlı bir yaşam talebinin, eğer hâlâ mümkünse nasıl gerçekleştirilebileceği sorusunu yanıtlamaya çalışır. Weber bir bilim adamı olarak söz konusu talebin bilimle ilişkisini sorgular. Weber’e göre anlamlı bir yaşam istemini modern bilim yanıtsız bırakır. Weber için nihai anlama yönelik sorgulamalar dünya görüşleri alanında ve insan ruhu içerisinde aranmalıdır. Daha önce metodoloji üzerine yazılarında değer yargıları ile olgular arasında kategorik bir ayrım yapılması gerektiğini savunan Weber, 1918’in olağanüstü şartlarında yeniden aynı konuya dönerek olgularla ilgilenen bilimsel alan ile değer yargıları içeren dünya görüşleri arasında kalın bir çizgi çekmeye çalışır. Weber’in bilim üzerine yaptığı konuşmanın önemini kavrayabilmek için ilgili döneme bakmak gerekir.

1918 yılının sonbaharında Birinci Dünya Savaşı sona ermiş ve Almanya yenilmiştir. Dönem, tam anlamıyla anarşi ve siyasal istikrarsızlık dönemidir. Ekim Devrimi sonrasında gözler, savaş suçlusu ilan edilerek ordusu terhis edilen ve Avrupa’da örgütlü işçi sınıfının en güçlü olduğu ülkelerden biri olan Almanya’ya çevrilir. Nitekim Weber’in konuştuğu Münih kentinde bir süre sonra kısa ömürlü de olsa Bavyera Sovyet Cumhuriyeti kurulacaktır. 1920’lerde Marksizmin 20.yüzyıldaki seyrini belirleyecek iki kritik iç savaş sonuçlanır: Bolşevikler, Batı’nın desteğini alan Beyaz Ordu’yu mağlup ederek iç savaştan zaferle çıkar. Aynı dönemde Almanya’da yaşanan iç savaş sonucunda devrimciler sert bir şekilde bastırılarak Weimar Cumhuriyeti kurulur. Böylece Sovyet devriminin Avrupa’ya ihracında kilit ülke olan Almanya kızılların elinden kurtarılarak sosyalist devrim Rusya’ya hapsedilmiş olur. 1920’lerin ortalarından itibaren Marksizmin politik kaderi, uluslararası işçi sınıfının devrimci mücadeleleriyle değil, Moskova’da oturan asık suratlı bürokratların verecekleri kararlar doğrultusunda şekillenecektir[1]

 


Almanya’nın dünya siyaset arenasında emperyal bir güç olarak yerini alması gerektiğini savunan liberal milliyetçi Weber, her vatansever Alman gibi savaş sonrasında kendisini derin bir düş kırıklığı içinde bulur. Ancak buna rağmen, içinde yaşadığı zorlu dönemin büyüsüne kapılmadığı gibi, “kürsü peygamberi” olarak ifade ettiği toplumsal tipin kitlelere yönelik potansiyel ayartıcı gücüne dikkat çeker. Weber’in konuşması boyunca, kendilerine bilimsellik süsü vererek dünya görüşlerini nesnel ve kesin bir temele oturttuklarını iddia eden kürsü peygamberlerini hedef tahtasına oturttuğu söylenebilir. Savaş mağlubu Almanya’da kürsü peygamberleri, çaresizlik içerisinde mesih bekleyen kitlelere büyüsü bozulmuş bir dünyayı yeniden büyüleyeceklerine inandıran kurtuluş teologları olarak işlev görürler. Birinci Dünya Savaşı sonrasınının umutsuz ve karanlık ortamında Alman gençliğinin elinde fenerle dolaşan kurtarıcı bir heroik figür olarak üniversite hocası arayışında olduğunu tespit eden Weber, meslektaşlarını peygamberlik taslama konusunda uyararak entelektüel dürüstlük talep eder. Mucize bekleyen kitlelere ve öğrencilere bürokratik bir tavırla günün gereklerini yerine getirmek ve yalnızca çalışmak zorunda olduklarını dile getiren Weber, Kantçı ödev ahlâkına olan bağlılığını yineler. Geleneksel dine dönüşlere hoşgörüyle yaklaşan ateist Weber için katlanılmaz olan entelektüel özveride bulunarak Kilise’ye dönmek değil, bilimin itibarını kullanarak metafizik şarlatanlıklar yapmaktır: “Çağın yazgısını erkekçe karşılayamayan kişi için söylenecek söz şudur: Döneklerin bilinen gürültücülüğüyle değil, sadece ve sessizce geri dönsün. Eski kiliseler kollarını açmış, şefkatle beklemektedirler onu. Ne de olsa, onun işini güçleştirmek istemezler. O ise, şu ya da bu biçimde, entelektüel özveride bulunmak zorundadır; bu kaçınılmazdır. Bunu gerçekten yapabilirse onu kınayamayız. Çünkü kayıtsız şartsız bir dinsel adanış uğruna yapılacak böyle bir entelektüel fedakârlık, ahlaki olarak, entelektüel dürüstlük gibi temel görevden kaçınmaktan çok farklı bir şeydir. Bana göre böylesi dine dönüşler, akademik peygamberlik taslamalardan yeğdir; iyice anlaşılamayan şey, üniversite sınıflarında geçerli tek erdemin salt entelektüel dürüstlük olduğudur.” [2] Üniversite öğrencilerini, akademik camiayı ve entelektüel kamuoyunu kürsü peygamberlerine karşı uyararak rüzgara karşı savaş açan Weber’in 1920’de ölmesinin ardından, Weimar Cumhuriyeti’nde kehanetlerin, selamet öğretilerinin, mesihlerin ve azizlerin dönemi başlar. Dönem, caddelerde, ormanlarda, pazar yerlerinde, sirk çadırlarında ve meyhanelerin dumanlı arka odalarında Almanya’yı veya dünyayı kurtarmak isteyen azizlerin dönemidir. Neredeyse her büyük şehirde, bir, hatta birkaç mesih vardır[3]. Weber'in çağrısı sonuçsuz kalır.  

Meslek Olarak Bilim yalnızca sosyal bilimciler için değil, aynı zamanda sosyal bilimlere ve Batı düşünce tarihine ilgi duyan geniş okur kitlesi tarafından da okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir metin olarak karşımızda duruyor. Bilimin neliği, bilimsel faaliyetin içeriği, bilim ile değer yargıları ve dünya görüşü arasındaki ilişki, üniversitelerin mevcut durumu, akademik kürsü ile siyaset ilişkisi, ABD ve Almanya’da 20.yüzyılın ilk yarısında cari olan üniversite modelleri gibi pek çok farklı konuda önemli bilgiler ihtiva eden söz konusu metin, aynı zamanda bir bilim insanının olağanüstü şartlar içerisinde aldığı etik tutumu göstermesi açısından da önem taşımaktadır. Almanya’nın savaş sonrası şartlarını göz önünde bulundurduğumuzda Weber’in entelektüel dürüstlüğe yönelik çağrısının, zor ve sıkıntılı olduğu ölçüde kıymetli bir duruşu bünyesinde taşıdığı söylenmelidir. Weber’in mezkur konuşmasını okumak, Türkiye’de televizyon sayesinde şöhret kazanmış olan akademisyenlerin, kerameti kendinden menkul sözleri hakkında bize bir nebze olsun şüphe aşılayacaksa, Türkiye bağlamında amacına fazlasıyla ulaşmış sayılmalıdır.



[1] Ayrıntılı bilgi için Eric Hobsbawm, Kısa 20.Yüzyıl: Aşırılıklar Çağı (1914-1991), 1996, Sarmal; Mary Fulbrook, Almanya’nın Kısa Tarihi, 2018, Boğaziçi Üniversitesi Yay.  

[2] Max Weber, Sosyoloji Yazıları, Deniz, 2011, s.254. 

[3] Rudiger Safranski, Bir Alman Üstat: Heidegger, Kabalcı, 2008, s.144.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İdeolojiler Temelinde Osmanlı-Türk Modernleşmesi Literatürü: Bir Tasniflendirme Denemesi

Türkiye’nin bir “tarih” sorunu var. Esasında dünya çapında nitelikli tarihçilerimiz olduğu gibi, 1980 sonrasında giderek artan şekilde Osmanlı ve Selçuklu tarihine yönelik geniş bir akademik ilgi de söz konusu. Yani aslında sorun nitelikle ilgili olmadığı gibi nicelikle ilgili de değil. Türkiye’de okur-yazar hemen herkesin koro halinde yakındığı, tarihimizin ideolojilerden arınmış şekilde ele alınmamış olması olgusu önemli bir problem alanına işaret ediyor. Bu açıdan meselenin kısaca ideoloji sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Uzunca bir süredir tarih disiplini ülkemizde her ideolojinin rakip ideolojilere karşı kendi işine yarar malzemeyi devşirdiği bir cephanelik olarak işlevselleşmiş durumda. Mevzunun esas düğümlendiği ve kavganın en hararetlendiği yer ise, son iki yüz yıllık tarihimiz, nâm-ı diğer modernleşme maceramız. Ben burada Osmanlı-Türk modernleşme tarihyazımında, mevzuya ilgi duyanlar için giriş kâbilinden, ideolojik pozisyonları temel alan amatör bir tasniflendirme denemesi ya

İmkânsız İdealizm: Wael Hallaq’ın İslâmcılık Bağlamında Modern Devlet Eleştirisinin Eleştirisi

  Son dönemde İslâmcılığa ilişkin özgün denilebilecek eserler Türkçeye tercüme ediliyor. Bunlardan biri de, Wael Hallaq’ın The Impossible State adıyla 2012 yılında yayınlanan ve nihayet 2019 yılında Türkçeye tercüme edilen kitabı oldu. Kitabın İslâmcı çevrelerde okunduğu ve tartışıldığı, aynı zamanda Türkiye’de yazara yönelik ilgiyi artırdığı söylenebilir [1] . Bu açıdan kitabın, kimsenin pek haberi olmadan sessiz sedasız bir şekilde tozlu raflardaki yerini alan tercüme eserlerin kaderini paylaşmadığı, en azından belirli bir muhitte yankı bulduğu söylenebilir. Bu nedenle burada bir tanıtım amacından ziyade Hallaq’ın kitabının bir kritiğini yapmaya çalışacağım. Ancak yine de, hem yazı bütünlüğünü sağlamak hem de yazarın kitabını ilk kez duyanlar için tartışmaya bir giriş olması açısından Hallaq’ın temel argümanını ve kitabı aracılığıyla temel hedefini ortaya koymaya çalışacağım. Daha sonra ise Hallaq’ın söylemini, epistemolojik temellerinin dayandığı entelektüel geleneğin içerisine yerl