Ana içeriğe atla

İdeolojiler Temelinde Osmanlı-Türk Modernleşmesi Literatürü: Bir Tasniflendirme Denemesi

Türkiye’nin bir “tarih” sorunu var. Esasında dünya çapında nitelikli tarihçilerimiz olduğu gibi, 1980 sonrasında giderek artan şekilde Osmanlı ve Selçuklu tarihine yönelik geniş bir akademik ilgi de söz konusu. Yani aslında sorun nitelikle ilgili olmadığı gibi nicelikle ilgili de değil. Türkiye’de okur-yazar hemen herkesin koro halinde yakındığı, tarihimizin ideolojilerden arınmış şekilde ele alınmamış olması olgusu önemli bir problem alanına işaret ediyor. Bu açıdan meselenin kısaca ideoloji sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Uzunca bir süredir tarih disiplini ülkemizde her ideolojinin rakip ideolojilere karşı kendi işine yarar malzemeyi devşirdiği bir cephanelik olarak işlevselleşmiş durumda. Mevzunun esas düğümlendiği ve kavganın en hararetlendiği yer ise, son iki yüz yıllık tarihimiz, nâm-ı diğer modernleşme maceramız. Ben burada Osmanlı-Türk modernleşme tarihyazımında, mevzuya ilgi duyanlar için giriş kâbilinden, ideolojik pozisyonları temel alan amatör bir tasniflendirme denemesi yapacağım. Ciddi ve hacimli bir literatürün söz konusu olduğu alanda, bir blog yazısıyla her şeyi kapsamak gibi safça bir iddiada bulunmaktan ziyade, önemsediğim bir problemi tasnif yaparak zihnimde berraklaştırmayı ve yazıya dökerek tartışmaya sunmayı amaçlıyorum.

Osmanlı-Türk modernleşme tarihyazımında popüler olma başarısı göstermiş, yani bir şekilde halka mâlolabilmiş kabaca Kemalist ve İslâmcı olarak ayırabileceğimiz iki temel damar var. Bunun dışında elbette liberal, marksist ve milliyetçi yönelimlerden söz edebiliriz. Ancak Kemalist ve İslâmcı damarın dışında kalan yönelimlerin büyük ölçüde akademik veya dar bir entelektüel dünyaya hitap eden çalışmalar oldukları söylenebilir. Bu yüzden söz konusu çalışmaları üreten entelektüel ilgilerin toplumdaki yansıması genelde kemalist-islâmcı çatışmasında nerede konumlandığı sorununda düğümlenir. Burada yeri gelmişken, modernleşme serüvenimizi anlamada popüler ideolojik konumların baskısının en önemli zihinsel bariyerlerimizden biri olduğunu da not etmemiz gerek. 

İlk tasniflendirme oldukça kaba ve açıklayıcı olmaktan uzak, bu yüzden bunları detaylandırmak gerekir. Ayrıntıya indiğimizde Kemalist ile İslamcı tarih paradigmalarının kendi içlerinde ne kadar çeşitli ve yer yer birbirleriyle çelişkili anlayışlara sahip olduğunu görebiliriz. Ancak bu çeşitliliklerine karşın, bunları ortak bir paradigma etrafında tutan unsurları da tartışmamız gerekecek. Kemalist tarihyazımının alternatif anlayışlarını ele alarak başlayalım.


Kemalist Tarihyazım(lar)ı

Osmanlı-Türk modernleşmesini Kemalist çerçeveye sadık kalarak ele alan üç farklı yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz: 1- Şeriat ve lâiklik problemi etrafında gelişen klasik çağdaşlaşmacılık söylemi, 2-bağımlılık ve bağımsızlık dikotomisi üzerinden temellenen ulusalcı materyalist anlatı, 3-süreklilik ve kopuş problemi çerçevesinde gelişen modernleşmeci evrimcilik yaklaşımı.

Lâiklik problemi etrafında gelişen klasik çağdaşlaşmacılık söylemi, Cumhuriyet’in kendi modernleşme programının tutarlılığını, özgünlüğünü ve en önemlisi tarihsel olarak meşruiyetini vurgulamak için geliştirilmiş olan kemalizmin resmî tarih tezidir. Bu anlatı çerçevesinde Osmanlı modernleşmesini yürüten sekülerleşmiş bürokratik aktörler yönelimleri ve hedefleri itibariyle devleti kurtarma misyonları olduklarına inanan, iyiniyetli ve özverili şahsiyetler olarak değerlendirilirler. Reformların amacı imparatorluğu çözülmekten kurtarmak ve bozulan merkezi düzeni ihya etmek olarak görülür. Ancak temel sorun, Osmanlı’nın bağlı olduğu şeriat dünyasının reformların gelişip filizlenebileceği verimli bir zemin olmaktan uzak olmasıdır. Batı’nın Osmanlı’dan temel farkı, yüzyıllar süren mezhep savaşları ve siyasal mücadeleler sonucunda laik bir modern devlete sahip olması ve toplumlarının sekülerleşme sürecinden geçmiş olmasıdır. Osmanlılar ise 19.yüzyılda bir taraftan İslami çerçeveye sadık kalarak, diğer yandan Batı Dünyası’na intibak etmek istemektedirler. Reformist devlet adamları ve Osmanlı aydınları, İslâmi bir referans sistemi içerisinden modern dünyayı ve modern siyaset felsefesi kavramlarını anlamlandırmaya çalışmaktadırlar. Kısaca söz konusu tarihsel anlatının temel vurgusu, birbiriyle çatışması mukadder olan ve sentezi mümkün olmayan ikili dünya görüşünün kaçınılmaz çelişkisidir. Bunun en bilinen örneği, tarih ders kitaplarında bilhassa öğretilen, Tanzimat döneminde ortaya çıkan eğitim ve hukuk alanlarındaki ikili yapıdır. Kemalist resmi tezin temel amacı Osmanlı Modernleşmesi’ni başarısız kılan faktörü deşifre ederek Cumhuriyet’in radikal batılılaşma programının meşruiyetini sağlamaktır. Bu anlatıda aydınlanmacı laikler ile yobaz tutucular arasındaki kültürel çatışma merkezdedir. Osmanlı reformlarının başarısız olmasının esas nedeni, yeniliklere karşı tavır geliştiren tutucu ve yobaz kesimin süreci inkıtaya uğratarak reformları baltalamasıdır. Böylece çıkan sonuç, Cumhuriyet’in, Osmanlı’dan kendisine miras kalan çelişkili yapıyı, yapay, elitist ve sentezci batılılaşma projesini tespit etmesi ve devrimci bilinçle sıfırdan başlayarak radikal batılılaşma projesine yönelmesidir. 

Bağımlılık ve bağımsızlık karşıtlığı üzerinden temellenen ulusal bağımsızlıkçı söylem, ekseriyetle sosyalist veya sol kemalist yazarlar tarafından üretilmiştir. Bu tarihsel anlatıda Osmanlı Modernleşmesi’nin sosyo-ekonomik boyutuna ve özellikle Batı’yla kurulan ilişkiye odaklanılır. Bu çerçevede Tanzimat’tan itibaren yapılan reformların dış baskıyla ve Batılı ülkelerin ekonomik çıkarlarına uygun olarak yapıldığı savunulur. Reformların yüzeysel batılılaşma ürünü olduğu ve taklit olmaktan öteye geçemediği vurgulanır. Reformların amacı imparatorluğu kurtarmak değil, tam aksine Osmanlı’yı Batı’nın açık pazarı ve uydusu haline getirmektir. Söz konusu reform sürecinin yürütücüsü olan sivil bürokratlar zannedildiği gibi bağımsız aktörler değildirler. Tanzimat’tan itibaren Osmanlı devlet adamlarının kariyer basamaklarını tırmanabilmek ve kendilerini güvence altına almak için dönemin güçlü Batılı devletlerinin İstanbul’daki sefaretlerine sığınmaya başlamaları bir teâmül haline gelmiştir. Örneğin Reşit Paşa sırtını İngilizlere, Âli ve Fuat Paşalar Fransızlara, Nedim Paşa Ruslara dayamıştır. Kısaca Osmanlı Modernleşmesi, kapitülasyonlardan ve yarı-sömürge durumuna düşmekten ibaret bir uydu batılılaşma projesi olarak görülür. Bu anlatıda Kemalist batılılaşma programının özgünlüğü olarak ekonomik bağımsızlık temeline sahip olması öne çıkar. Büyük Buhran’a kadar uygulanan liberal ekonomi politikası dönemi (1923-1930) kararsız bir süreç olarak nitelenerek, 1930’lu yılların Sovyetler Birliği’ni örnek alan planlı sanayileşme dönemi 200 yıllık modernleşme maceramızın altın çağı olarak görülür. Çok partili hayata geçiş sonrası Soğuk Savaş döneminde Amerikan etkisine ve ekonomik liberalizasyon politikalarına dikkat çeken ulusalcı sol anlatı, Kemalist Cumhuriyet projesinin saptırıldığını ve Osmanlı’nın uydu batılılaşmasına geri dönüldüğünü vurgular. Söz konusu ulusalcı anlatının önemli temsilcileri olarak Doğan Avcıoğlu, Taner Timur ve Niyazi Berkes zikredilebilir. Bu isimlerin çalışmalarında, özellikle de Niyazi Berkes’te aynı zamanda laiklik problemi etrafında gelişen klasik çağdaşlaşmacı anlayış mevcuttur. Ancak esas vurguları, solcu olmalarının da etkisiyle Batı’yla kurulan ekonomik bağımlılık sorununa ilişkindir. İlk yaklaşımdan farklılaştıkları nokta, Batı’nın emperyalist ve sömürgeci karakterine ve sosyo-ekonomik faktörlere daha fazla odaklanmalarıdır. 

Süreklilik ve kopuş ekseninde modernleşmeci evrimci anlatı, ilk iki anlatıda hâkim tema olarak kopuşa ve devrime odaklanan vurgunun aksine Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki süreklilik unsurlarına yoğunlaşır. Siyasi-bürokratik elitlerin ve siyasal kültürün sürekliliğini vurgulayan bu anlatıya göre, Cumhuriyet’in modernleşme programının başarısı ve başarısızlıklarının kökenini Osmanlı modernleşme tecrübesinde aramak gerekir. Kemalizmin klasik devrimci söylemini benimsemeyen modernleşmeci evrimcilik, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e modernleşme sürecinin birikimsel ve ilerlemeci karakterine inanır.  Kemalizmin Osmanlı’dan tevarüs edilen geleneksel kültürel yapıyı ve siyasal kültürü tasfiye edemediğini vurgulayan modernleşmeci evrimci söylem, geçmişin kültürel kalıntılarını Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını ve siyasal gelişmesini engelleyen unsurlar olarak görür. Kronolojik gelişmelerin belirli bir amaç uğruna gerçekleştiğini kurgulayan ve böylece teleolojik nedensellik zincirleri inşa eden bu anlayışa göre Osmanlı modernleşmesi Cumhuriyet modernleşmesine, tek parti dönemi ise çok partili hayata bir hazırlık aşaması olarak görülmelidir. Böylece hazırlık aşamasında yaşanan hadiseler bir tür sosyal labarotuvar ve deney olarak algılanmaktadır. Modernleşme kuramına dayanan modernleşmeci evrimci anlatı, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda Osmanlı-Türk modernleşmesi tarihyazımında etkin olmuştur. Amerikalıların katkılarının öne çıktığı söz konusu çalışmalarda amaç, İkinci Dünya Savaşı sonrası çok partili hayata geçen Türkiye’nin liberal yönelimini meşrulaştırmak ve kemalizmle uyumsuzluğunu kuramsal ve tarihsel düzlemde gidermektir. Biraz kabaca söylemek gerekirse, yapılmak istenen esasında Fransız lâikliğine ve Kıta Avrupası tecrübesine dayanan Kemalizmin Amerikan liberal modeline doğru bükülmesi işlemidir. Bu yüzden tadilat operasyonunda bükerken kırmamaya ve çatlaklardan irtica tehdidinin sızmamasına özen gösterilmiştir. Metin Heper, Nermin Abadan-Unat, Ergun Özbudun ve İlkay Sunar gibi liberal eğilimlere sahip kemalist araştırmacılar, söz konusu  paradigma çerçevesinde çalışmalar yapmışlardır. Siyasal-bürokratik elitlerin ve siyasal kültürün sürekliliğini vurgulayan ve bürokratik seçkinler ile köylü kitleler arasındaki tarihsel kopukluğu tespit ederek çözümlemeye girişen Şerif Mardin’in Edward Shils’ten mülhem merkez-çevre analizi de bu açıdan modernleşme kuramcılarının öngördüğü probleme bir cevap arayışı olarak okunabilir. Ancak Webergil kavramsal çerçeveye dayanan ve ideolojik sekülerleşme anlatısına mesafeli yaklaşan Mardin’in çalışmaları, dünyada modernleşme kuramının sorgulandığı bir süreçte 1980 sonrası Post-Kemalizm’in yükselişi bağlamında etkili olmuştur.


Ara Fasıl: Post-Kemalist Dönem

12 Eylül sonrasında Kemalizm ilk kez siyasi ve entelektüel elitlerin önemli bir çoğunluğu tarafından açıkça sorgulanmaya başladı. Statükocu ve militarist bir atatürkçülük söylemiyle meşrulaştırılan 12 Eylül rejimi, hem içeride toplumun çok geniş bir kesimini mağdur etti hem de dışarıda özellikle Avrupa Birliği’nin liberal ve sol kamuoyundan gelen yoğun eleştirilere hedef oldu. 1980’li yıllara kadar siyasal, entelektüel ve akademik dünyada prestijli ve başarılı bir modern kalkınmacı ulus projesi olarak görülen Kemalizm, bu dönemde muteber ve makbul bir ideoloji olmaktan çıkmaya başladı. Kemalizmin artık aşılması veya tasfiye edilmesi gerektiğine ilişkin geniş bir konsensusun ilk kez 1980’li yıllarda filizlenmeye başladığı söylenebilir. Şerif Mardin ve Orhan Pamuk gibi Post-Kemalizmin öncülüğünü yapan seküler liberal aydınların varlığı, Kemalistlerin arkaik ve muhafazakâr olarak algılanmalarının başlangıç zeminini oluşturdu. 

1970’li yıllardan itibaren tüm dünyada yoğun eleştirilere maruz kalan modernleşme kuramının Osmanlı-Türk modernleşmesi tarihyazımındaki hegemonik gücü, 1980’lerden sonra kırılmaya başladı. Bu değişimi literatürde öne çıkan isimler üzerinden takip etmek mümkündür. 1980 öncesinde Bernard Lewis, Niyazi Berkes, Doğan Avcıoğlu, Feroz Ahmed ve Tarık Zafer Tunaya gibi Kemalist tarihçi, sosyal bilimci ve aydınlar literatüre damgasını vuran çalışmalar yapmışlardı.  1980 sonrasında ise Şerif Mardin, Kemal H. Karpat ve Eric Jan Zurcher gibi liberal eğilimli araştırmacılar öne çıktı. Kemalist tarihyazımlarının güdümünde iflas etmiş bir proje veya en iyi ihtimalle Cumhuriyet’i doğuran bir hazırlık süreci olarak görülen Osmanlı Modernleşmesi anlatılarını metodolojik açıdan eleştiren çağdaş araştırmacılar, Osmanlı Modernleşmesi’ni kendi dinamikleri ve 19.yüzyılın şartları çerçevesinde açıklamaya çalıştılar. Bu açıdan Osmanlı Modernleşmesi’ni ele alan 1980 sonrası çalışmaların zengin bir kuramsal perspektife sahip oldukları söylenebilir. Örneğin Huricihan İslamoğlu ve Çağlar Keyder gibi tarihçiler, bağımsızlıkçı sol Kemalist anlatıdan daha sofistike bir biçimde, sosyo-ekonomik boyuta ve dışsal faktörlere ağırlık vererek dünya sistemi kuramı bağlamında Osmanlı-Türk modernleşmesi’ni ele alan çalışmalar yaptılar. Binghamton’lu tarihçi Donald Quataert ise devlet yerine toplumu merkeze alan, emek tarihine yoğunlaşarak “aşağıda olanların” tarihine yönelen çalışmalara imza attı. Modernleşmeyi normatif bir sekülerleşme anlatısı olarak okumak yerine sosyo-ekonomik ve toplumsal değişimlere odaklanan Kemal H. Karpat, Osmanlı Modernleşmesi çalışmalarında Müslüman orta-sınıflara ve âdem-i merkeziyetçiliğe önem veren bir araştırma gündemi yarattı. Karpat’a paralel şekilde son dönemde liberal araştırmacılar, 17 ve 18.yüzyıllarda ayânların yükselişini bir bozulma ve gerileme dönemi olarak tasnif eden klasik merkeziyetçi perspektifi sorgulayan çalışmalar yaptılar. II. Abdülhamit döneminde Modern Türkiye’nin kurumsal olarak inşa edildiğini ortaya koyan Karpat, kültürel çatışmaya dayalı çağdaşlaşma anlatısına karşı süreklilik unsurlarına dikkat çekti. 

Amerika Birleşik Devletleri’nde son dönemde yapılan Osmanlı Modernleşmesi’ne ilişkin araştırmalar sonucunda, Bernard Lewis ve kuşağının yaptığı çalışmalar ideolojik olarak modernleşmeci ve oryantalist, ulus-devlet mantığını geçmişe yansıttığı için anakronik, siyasi ve askeri gelişmelere odaklandığı için metodolojik olarak tek-boyutlu olmakla eleştirilerek,  Osmanlı tarihyazımında Post-Revizyonizm olarak adlandırılan yeni bir perspektif geliştirildi. Söz konusu yeni perspektif, askeri yenilgiler ile toprak kayıplarına odaklanan Gerileme Tezi’ne karşı Osmanlı’nın modernleşme sürecinde geçirdiği başarılı dönüşümlerin “hakkını vermeye” çalışır. Yeni ekolün  güçlü bir ismi, çalışması Türkçeye tercüme edilmiş olan Rifa’at Ali Abou-El Hajj’dır. Hajj’a göre, 16 ila 18.yüzyıllar arasında Osmanlı İmparatorluğu, çağdaşı olan Batılı devletlerle benzer bir dönüşüm sürecinden geçerek erken modern devlet modeline doğru bir evrim geçirmiştir. Hajj aynı zamanda Osmanlı’nın dışsal bir etki veya zorlamayla değil, kendi iç dinamikleri sonucunda böyle bir dönüşüm geçirdiğini vurgular. Baki Tezcan da Hajj’a paralel olarak çalışmasında 16.yüzyılın sonundan itibaren Osmanlı’nın erken modern dönemde kendi iç dinamikleriyle sosyo-ekonomik, siyasi ve toplumsal bir dönüşüm geçirdiğini ve Batı’yla paralel olarak modernleşme sürecine girilmiş olduğunu ifade eder. 

Son dönem öne çıkan araştırmalar, bir yönüyle, modernleşme kuramının prestij kaybetmesiyle birlikte Kemalizmin hegemonik ideoloji konumundan uzaklaşması olgusu ile açıklanabileceği gibi, aynı zamanda 1980 sonrası yükselen küreselleşme rüzgarı ile canlanan modern ulus-devlet tartışmalarını, kimlik siyasetlerini ve postmodern çoğulcu siyasal tasarımları da yedeğinde taşımaktadır. Bu açıdan son dönemde pek çok araştırma, Osmanlı-Türk modernleşme tarihyazımında daha önce yeterince öne çıkmayan gayrimüslim azınlıklar, etnik kimlikler ve toplumsal cinsiyet gibi yeni konular üzerine yoğunlaşmıştır. Dönemin ruhuna uygun olarak liberal ve liberal-sol eğilimli araştırmacılar, İmparatorluğun kozmopolitan karakterini dağılma sürecine kadar bir ölçüde muhafaza eden Osmanlı Modernleşmesi tecrübesini, Cumhuriyet’in ulus inşasını hedefleyen milliyetçi programına karşı çoğulcu bir imkân olarak gündeme getirmişlerdir. Sonuç olarak, 1980 sonrası tarihyazımında Osmanlı Modernleşmesi’nin Kemalist ideolojik bagajın yükünden kurtarılarak kendi imkânı ve şartları nispetinde ele alınmaya başladığı söylenebilir. Ancak söz konusu eleştirel yaklaşımların modernleşme süreçlerini nesnel ve ideolojiden arınık bir pozisyondan değil, aksine çağının ana-akım politik söylemini içselleştiren bir tutum içerisinde ele aldığı ve değerlendirdiği unutulmamalıdır.


İslâmcı Tarihyazım(lar)ı

Osmanlı-Türk Modernleşmesi literatüründe İslâmcılığın akademik olarak güçlü bir ağırlığının olduğu söylenemez[1]. Ancak İslâmcı perspektif, hem toplumsal düzeyde sağlam bir zemine ve meşruiyete sahip olduğu, hem de Kemalizm’in temel muarızı olduğu için ideolojik tartışmalarda önemli bir pozisyona sahiptir. Osmanlı-Türk modernleşmesini İslâmcı bir çerçeve içerisinde ele alan iki yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz: 1-Popüler muhafazakâr reddiyecilik, 2-Kemalist Modernleşme’ye karşı Osmanlı Modernleşmesi’nin imkânlarını vurgulayan kısmi reddiyecilik. İki yaklaşım arasındaki temel farklılık, ilkinde Tanzimat’tan itibaren bütün bir modernleşme sürecine karşı reddiyeci bir tutum benimsenirken, ikincisinde Osmanlı Modernleşmesi sürecine ilişkin daha müspet bir tutumun benimsenmiş olmasıdır. Topyekun reddiyeciler, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e modernleşme sürecinin sürekliliğine vurgu yaparak 1839’u ilk yozlaşma hamlesi olarak değerlendirirler. Kısmi reddiyeciler ise, iki modernleşme süreçleri arasındaki farklılığa, kırılma noktalarına ve kopuşa odaklanarak Osmanlı’nın modernleşme tecrübesini önemseme gayretindedirler. Ancak iki yaklaşımın ortak noktası, Cumhuriyet’in batılılaşma projesine karşı olmalarıdır. İslâmcı tarih anlatısının batılılaşma sürecinin yozlaştırıcı etkisine karşı kültür ve din temelinde tepkisel bir reflekse dayandığı söylenebilir.  

Kemalizm, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda Batılı araştırmacıların da cömert destekleriyle, aydın çevrelerinde ve akademi ortamında hegemonik ideolojik söylem olduğu için merkezin dışına itilmiş olan muhafazakâr tarihçiler kendilerini popüler alanda ifade etme zorunluluğu altında hissetmişlerdir. Böylece bütün mesaisini resmi tarih tezine karşı alternatif bir muhafazakâr anlatı geliştirmeye hasreden popüler reddiyecilik söylemi doğmuştur. Bu anlatıda kasıtlı olarak gizlenmiş gerçekleri, unutturulan geçmişi, yutturulan yalanları açığa çıkarma gayreti söz konusudur. Bu yöndeki ısrarlı çabasıyla halkın uyandırılması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda örneğin Mustafa Müftüoğlu ve Kadir Mısıroğlu gibi popüler tarihçiler 1970’li yıllardan itibaren toplumun geniş bir kesiminde yankı uyandıran tarih çalışmaları yaptılar. Söz konusu çalışmalar, bilindiği üzere, bilimsellikten uzak bir çerçevede yapılmış olan tarih çalışmalarıdır. Bugün de popüler muhafazakâr reddiyecilik İslâmcı çevrede kökleşmiş bir inanç olarak mevcuttur. Ancak  islâmcılar literatüre tarihsel iddialarını destekleyebilecek önemli katkılar sunmamışlardır. Bu durumun önemli bir nedeni, İslâmcıların taklit ve yoz olarak düşünülen modernleşme sürecini paranteze alarak Türkiye’nin bugününü ve yarınını anlayabilmek ve nasıl bir yönelime sahip olması gerektiğini tespit etmek açısından klasik dönem Osmanlı’ya ve genel olarak İslâm’ın Orta Çağ tecrübesine dönmek gerektiğine ilişkin temel bir amentüye sahip olmalarıdır. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın geçtiğimiz aylarda sosyal medya üzerinden paylaştığı “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” mesajı, İslâmcı muhafazakârlığın otantiklik arayışıyla modernleşme tecrübesinin bütününe ilişkin reddiyeci tavrını gösteren iyi bir örnektir. 

İslamcı muhafazakârlığın modernleşme literatürüyle ciddi bir ilişkiye girmediği söylenebilir. Bu nedenle Osmanlı Modernleşmesi’nin imkânlarını vurgulayan çizgi uzun süre kadük kalmış ve İslâmcı çevrede yeterince tartışılmamıştır. İslâmcı okur-yazarlar, söz konusu açığı kapatmak amacıyla önce milliyetçilerden, 1980 sonrası ise liberallerden ödünç aldıkları bir  kavram setini kemalizmin resmi tarih tezine karşı kullanmaya çalışmışlardır. Mümtaz Turhan ve Erol Güngör gibi milliyetçi aydın akademisyenlerin etkisiyle İslâmcılık içerisinde aradıkları tarihsel derinliği bulamayan muhafazakâr okur-yazarlar, görece ılımlı bir milliyetçi kültür eleştirisini benimsemeye başlamışlardır. 1980 sonrası Post-Kemalizm’in yükselişi ile birlikte ise, İslâmcı çevrede liberal ve liberal-sol çevrelerin tarih gündemleriyle yakınlaşma sürecine girilmiştir. ABD’de post-revizyonist ekole bağlı son dönem çalışmalar, kemalist modernleşmeye karşı arayış içerisinde olan İslâmcıların rağbet ettiği bir araştırma gündemine tekabül etmektedir. Bu açıdan örneğin popüler tarihçi Mustafa Armağan’ın Gerileme Paradigmasının Sonu (2011) başlıklı editörlük çalışması kitabı, Amerika’da yapılan Osmanlı çalışmalarını Türkiye’ye aktarma gayretini göstermektedir. İslâmcı muhafazakâr çevre içerisinde gerek çağdaş İslâm düşüncesi çalışmalarıyla, gerekse Osmanlı son dönemine ilişkin önemli metinleri latin harfleriyle günümüz türkçesine aktaran titiz araştırmalarıyla İsmail Kara’nın literatürde özgün bir yeri olduğu söylenebilir. Osmanlı Modernleşmesi’nin entelektüel ve dinsel kaynaklarıyla irtibat kurulamadığını belirten Kara’nın esas amacı, Osmanlı tecrübesinin, klasik dönemden modernleşme sürecine bir bütün olarak bugün bizlere ne gibi imkânlar sunabileceği üzerine düşünmeye davet etmektir. 

Sonuç 

Genel resme baktığımızda, politik yönelimleri itibariyle birbirinin zıddı olan ulusalcı bağımsızlık ile modernleşmeci evrimcilik söylemlerini içerisinde barındıran Kemalist tarihyazımının 1980'lere kadar egemen konumda olduğu açıktır. 1980 sonrasında ise liberal eğilim ortak paydasında buluşan çeşitli araştırmalar, kemalizme alternatif bir modernleşme anlatısını merkeze taşımıştır. İslâmcılığın alternatif tarihsel anlatı geliştirme çabasının ise, popüler tarihçiliği paranteze alacak olursak, milliyetçi ve liberal araştırma gündemlerinin dolayımında gerçekleştiği söylenebilir.

Tarih, bir disiplinin ötesinde, kimliğimizi kurmamıza ve kendimize bir gelecek inşa etmemize imkân veren potansiyel bir verime işaret eder. Bizim kim olduğumuzun anlamı herhangi bir çağ ve dönem ile sınırlı değilse, o halde hem Osmanlı tecrübesini hem Cumhuriyet mirasını ciddiye almamız gerekir. Kim olduğumuz ve nasıl bir gelecek istediğimiz ise, mahiyeti itibariyle politik sorulardır ve bu sorulardan kaçmak mümkün değildir. Başka bir deyişle bu sorulara açık veya örtük olarak cevap verilmediğinde,  modernleşme süreci anlatıları içerik olarak anlamsız ancak olgusal olarak çok zengin bir malzeme yığınına dönüşecektir. Osmanlı-Türk modernleşmesi literatüründe dün olduğu gibi bugün de ideolojinin rolünün önemli olduğu söylenebilir. Dünün vülgar ideolojik çalışmalarının yerini bugün görece bilimsel kriterlere riayet eden ve ideolojinin daha ince işlendiği araştırmalar almıştır. İdeolojilerden kaçış, hele söz konusu olan tarih ise, mümkün görünmemektedir. Ancak mesele, araştırmacının yaptığı araştırmada kendi ideolojisinin etkili olabileceğini baştan kabul etmesi ve ideolojinin çalışmalarını bütünüyle yönlendirmesine izin vermeyecek bir düşünümselliği benimseyebilecek bir entelektüel açıklığa kavuşmasıdır.



[1] İslâmcılık burada dar ideoloijk anlamıyla değil, muhafazakârlığı ve milliyetçi-mukaddesatçılığı kapsayan şemsiye bir ideolojik konum olarak ele alınmaktadır.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kürsü Peygamberlerine Karşı Max Weber: Meslek Olarak Bilim Üzerine

  Max Weber 1918 yılında Münih Üniversitesi’nde meşhur Meslek Olarak Bilim adlı konuşmasını yapar. Geniş yankılar uyandıran konuşması, çağının realist bir teşhisini içerir. Konuşmasında söz konusu olan bilimsel ethosmuş gibi görünür, ama özünde modern, rasyonel uygarlığın çelikten kafesinde, anlamlı bir yaşam talebinin, eğer hâlâ mümkünse nasıl gerçekleştirilebileceği sorusunu yanıtlamaya çalışır. Weber bir bilim adamı olarak söz konusu talebin bilimle ilişkisini sorgular. Weber’e göre anlamlı bir yaşam istemini modern bilim yanıtsız bırakır. Weber için nihai anlama yönelik sorgulamalar dünya görüşleri alanında ve insan ruhu içerisinde aranmalıdır. Daha önce metodoloji üzerine yazılarında değer yargıları ile olgular arasında kategorik bir ayrım yapılması gerektiğini savunan Weber, 1918’in olağanüstü şartlarında yeniden aynı konuya dönerek olgularla ilgilenen bilimsel alan ile değer yargıları içeren dünya görüşleri arasında kalın bir çizgi çekmeye çalışır. Weber’in bilim üzerine yaptığ

İmkânsız İdealizm: Wael Hallaq’ın İslâmcılık Bağlamında Modern Devlet Eleştirisinin Eleştirisi

  Son dönemde İslâmcılığa ilişkin özgün denilebilecek eserler Türkçeye tercüme ediliyor. Bunlardan biri de, Wael Hallaq’ın The Impossible State adıyla 2012 yılında yayınlanan ve nihayet 2019 yılında Türkçeye tercüme edilen kitabı oldu. Kitabın İslâmcı çevrelerde okunduğu ve tartışıldığı, aynı zamanda Türkiye’de yazara yönelik ilgiyi artırdığı söylenebilir [1] . Bu açıdan kitabın, kimsenin pek haberi olmadan sessiz sedasız bir şekilde tozlu raflardaki yerini alan tercüme eserlerin kaderini paylaşmadığı, en azından belirli bir muhitte yankı bulduğu söylenebilir. Bu nedenle burada bir tanıtım amacından ziyade Hallaq’ın kitabının bir kritiğini yapmaya çalışacağım. Ancak yine de, hem yazı bütünlüğünü sağlamak hem de yazarın kitabını ilk kez duyanlar için tartışmaya bir giriş olması açısından Hallaq’ın temel argümanını ve kitabı aracılığıyla temel hedefini ortaya koymaya çalışacağım. Daha sonra ise Hallaq’ın söylemini, epistemolojik temellerinin dayandığı entelektüel geleneğin içerisine yerl