Ana içeriğe atla

Asla Sona Ermeyen Kemalizm Tartışmalarına Bir Katkı

Türkiye’de kemalizm tartışması gündemden hiç düşmeyen siyasal konuların başında gelir. Bu şaşırılabilecek bir husus değil çünkü kemalizm bir resmi ideoloji olarak üzerinde sürekli düşünülmesi gereken temel bir problem. Esasında kemalizmi tanımlamak da onu belirli bir çerçeve içinde sınırlamak da oldukça zor. Ancak ben burada kemalizmin kendisinden ziyade, onun üzerinde oluşan eleştirel söylemi ele almak istiyorum. Yazının bağlamını, son dönemde liberal-sol mahfillerin kemalizm eleştirisinden bir ölçüde rücu ettiği “post-post kemalizm” tartışması oluşturuyor. Kemalizm eleştirileri özellikle 1990’lardan itibaren bambaşka bir kanala yöneldi. Burada tarihsel süreci uzun uzun anlatamayacağım, ancak olabildiğince kısaca ve konuşma üslubuyla son dönemin tartışmasından hareketle kemalizm eleştirilerinin nasıl farklılaştığını, böylece siyaset bilimcilerin genelde zikrettiği “tek kemalizm yoktur, kemalizmler vardır”ın ötesinde “tek kemalizm eleştirisi yoktur” meselesini açıklığa kavuşturmaya çalışacağım.

Türkiye’de 1980’den sonra kemalizm aydın çevreleri nezdinde gözden düşen bir ideoloji haline geldi. Küreselleşme süreci ile birlikte ulusal kalkınmacılığın iflası, uluslararası serbest pazar ve siyaset lehine özerk bürokratik yapının sonlandırılması, uluslararası şartların uygun zemininde toplumsal dinamiklerden beslenen islamcılığın ve kürt siyasal hareketinin yükselişi, 12 eylül sonrası yeni rejimin kemalizmden bir ölçüde rücu etmesi vb. siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel nitelikli pek çok önemli gelişmenin sonucunda kemalizm savunmacı bir niteliğe bürünmeye başladı. Böylece yeni gelişmeler karşısında içe kapanan kemalizm ulusalcı bir formata hapsoldu. 60’ların kendine güvenen, dünyaya ve sosyalizme açık sol kemalist aydını yerini 90’ların cumhuriyeti histerik bir şekilde kurtarmak isteyen ulusalcı aydınına bıraktı. Avcıoğlu ve Berkes’in yeri doldurulamadı. Kısaca kemalizm büyük bir entelektüel ve siyasal irtifa kaybı yaşadı. Peki Türkiye’de siyasal ideolojiler ne durumdaydılar, nasıl bir konum aldılar?
Soldan başlayalım. Meselenin kilit noktasını Türk solu ile kemalizm ilişkisi oluşturuyor. Sol 1980’e kadar kemalizmle güçlü bağlarını korumuştu. Peki bu niçin böyle oldu? Teorik olarak bu sorunun bir izahı yok çünkü kemalizm ile sosyalizm birbiriyle telifi mümkün olmayan iki farklı ideolojidir. Meselenin esas olarak sınıfsal bir boyutu olduğu düşünülebilir ve sınıfsal analiz üzerinden kemalizm ile sosyalizmin organik birlikteliği büyük ölçüde açıklanabilir. Ancak ben mevzuyu tüketme iddiasında bulunmadan “yerlilik” meselesi üzerinden kısaca kültürel boyutuna odaklanacağım.
1960’lı yılların sonlarında sosyalist hareket içinde yaşanan MDD-SD ayrışmasının kemalizme yönelik tutumla ilgili önemli bir boyutu vardır. Türk sosyalizm tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden söz konusu ayrışmayı uzun uzadıya tartışmak mümkün olmamakla birlikte konuyla ilişkili olarak şu husus vurgulanabilir: ayrışmada daha “yerli” tarafta yer alan çizgi, MDD çizgisidir. Ancak aynı zamanda kemalizmi daha benimseyici bir tutuma sahip olan çizgi de MDD çizgisidir. Mihri Belli ve Doğan Avcıoğlu gibi isimlerin benimsediği bu çizgi Türkiye’nin “kendine özgü” koşullarını dikkate alan bir strateji geliştirerek önce milli demokratik devrimin yapılması gerektiğini ileri sürer. İşçiler yerine öğrenci eylemliliğine vurgu yapar, özellikle subayların örgütlenmesi ve askeri bir darbeyle halka sosyalizm getirme arzusundadır. Behice Boran’ın ve Aybar sonrası kurumsal olarak Türkiye İşçi Partisi’nin savunduğu SD çizgisi ise kemalizme daha mesafeli ve Batılı eleştirel sosyalist düşünceyle daha irtibatlı bir görünüme sahiptir. Aybar’ın yerli sosyalist refleksinin partide tutunamadığı, Boran’ın giderek öne çıktığı ilgililerin malumudur. Behice Boran’a göre Batı feodalizmi ile Türkiye’de feodal yapı arasında bir farklılık olmadığı için tarihsel özgünlük arayışları boşunadır. O halde Türkiye Batı ile aynı sosyalist ilerleme yolunu yürüyecektir. 69’dan sonra Boran’ın ve TİP’in etkisizleştiği, Mihri Belli’nin tezleri doğrultusunda öğrenci radikalizminin yükselişe geçtiği yeni bir dönem başlar. 12 Mart’tan sonra hapse giren gençlerde önceleri bir özeleştiri furyası başlar gibi olur, ancak daha sonra, özellikle 1974 affıyla dışarı çıkan eski tüfek devrimcilerde görüldüğü üzere radikalizm ve devrimci siyasal şiddet kaldığı yerden devam eder. Devrimci örgütlerin siyasal tutumları bugünden bakıldığında çok ilginçtir; örneğin SSCB-Çin ayrışmasında SSCB’yi oportünistlikle suçlayan radikal bir maocu grup 70’lerin sonlarında Çin’in ABD ile yumuşama sürecine girmesi sonucunda Arnavutluk Emek Partisi’nin ve Enver Hoca’nın çizgisini benimser. Devrimci örgütler arasında dünyada model olarak takip edilmeyen neredeyse hiçbir ülke yoktur. Hindistan’dan Küba’ya, Sovyetler’den Arap Nasırcılığına kadar hepsinin Türkiye’de bir karşılığı olmuştur. Büyük bir imparatorluk bakiyesi ülkenin gençleri için 60 yıl önce anavatandan koparak bağımsızlığını kazanan Arnavutluk’un model olarak alınması epey düşündürücüdür.
MDD-SD ayrışması, sosyalist solun “yerlileştikçe” kemalizme karşı eleştirel mesafesini koruyamadığını gösteren önemli bir işaret olarak yorumlanabilir. Bir başka deyişle Türk solunun kemalizme yönelik eğiliminin bir nedeni, kemalizmi benimsemeksizin yerli bir söylem üretme konusunda tarihsel olarak başarısız olmasından kaynaklanır. Bu bağlamda Kemal Tahir gibi istisnai isimlerin aforoz edilmesinde, Küçükömer’in ciddiye alınmamasında veya Cemil Meriç gibi aydınların sosyalizme yönelik ilgilerinin karşılık bulmamasında Türk solunun kemalizmle organik bağı tekrar tekrar ortaya çıkar.


Ancak 12 Eylül sonrasında sosyalist sol kemalizmle gerçek anlamda hesaplaşmaya başladı. Bu esasında Cumhuriyet’e yönelik beklentilerin boşa çıktığı ve derin bir sorgulamanın sonucunda oluşan arayışın ürünüdür. 27 Mayıs ile sosyalizm ihtimaline kapı aralayan Cumhuriyet, 12 Mart’la fabrika ayarlarına geri dönmüş ve 12 Eylül’le ise kapıya kilit vurmuştu. Sosyalistler sadece Cumhuriyet’e kızgın değildiler, aynı zamanda toplumla ilişkilerinde kendi tarihsel süreçlerinde nerede hata yaptıklarını ciddiyetle sorgulamaya giriştiler. Sosyalistler arasında kemalizmle hesaplaşmada başı çeken grup ise liberal-sol olarak adlandırılan mahfil oldu. Bu mahfil ilk olarak 1975 yılında teorik birikim eksikliğinden muzdarip bir grup aydının ülkede sosyalist bir kültür inşa etme amacıyla ortaya çıkmıştı. 1980’lerden itibaren ise kültürel üretim alanında büyük bir atılım yaparak dar bir cemaate ve çerçeveye hapsolmuş sosyalist düşünceye yeni ufuklar açtı. Toplumcu gerçekçilik ve köy romanları sosyalizmin edebiyat alanında “sesi” olmaktan çıktı. Sosyalistler Türk edebiyatını yeniden okudular, kültürün ve tarihin muazzam önemini keşfettiler. Tanpınar’ı ve Atay’ı okudular, Osmanlı tarihine yöneldiler. İslamcılığın yükselişini anlamaya ve açıklamaya çalıştılar. Bütün bu yeniden okumaların ve keşiflerin ardında 1980’lerde Cumhuriyet’in bir muhasebesini yapma, modernleşme sürecinin nabzını tutma arayışı söz konusuydu. Kemalizm eleştirisi bu açıdan söz konusu okumaları, keşifleri ve eğilimleri güncele, şimdiye, siyasal ve toplumsal bir bağlama yerleştirmek için merkezi önemdeki konuyu teşkil ediyordu.
Kemalizm eleştirisinde en önemli mesele, sosyalist ve liberal-sol çevrelerin kemalizm eleştirisini hangi çerçevede ve nasıl bir düzlemde yaptığı ve kemalizmin nereye, hangi çerçeveye oturtularak eleştirildiği meselesidir. 1980 sonrası liberal-sol mahfil için kemalizm eleştirisi öncelikli olarak bir milliyetçilik eleştirisiydi. Yani kemalizm açık bir biçimde milliyetçilikle özdeşleştirilerek eleştirildi. Bu yargının tüm kemalizm eleştirilerini kapsadığını iddia etmiyorum. Sol olmayan düz liberaller için kemalizm meselesi her şeyden önce bir jakobenizm eleştirisiydi. Liberaller kemalizmle yöntemi üzerinden hesaplaşıyorlardı. Bu yöntem eleştirisi onları muhafazakâr halk kitlelerinin kemalizm eleştirisine kısmen daha yakın kılıyordu. Sosyalist sol da liberalleştikçe “yukarıdan aşağıya” yöntemini kıyasıya eleştirdi, jakobenizme yönelik saldırılarında liberallerin bile önüne geçmeyi başardı. Liberal-sol çevre için bu eleştiri aynı zamanda Stalinizm'in ve reel sosyalizmin de bir nevi eleştirisiydi. Peki bu sol-içi özeleştiri hakkıyla sonuna kadar yapılabildi mi?
Kemalizm eleştirisinde sosyalist solun temel gündemi kürt meselesi, gayrimüslimler ve ermeni kırımı gibi temelde ulus devlet tartışmasıyla ilişkili konular oldu. Ulus devlet tartışması kemalizm eleştirisinin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Türk kimliği ile ilgili tartışmalar kemalizmle ilgili en önemli konu haline geldi. Bu noktada kemalizm eleştirisine yönelen çevrelerin 80 öncesinde kemalist mirasla yüzleşen ve kemalizmi aşmaya yönelen isimler arasında hangisini öne çıkardığı önemli bir meseledir. Kemalizm eleştirilirken Harun Karadeniz sosyalist çevrelerde İbrahim Kaypakkaya kadar hatırlanmadı. Kemal Tahir’in kemalizm eleştirisi dikkate alınmadı. Bunlar bilinçsiz ve gelişigüzel yapılan tercihler değildi. Kemalizm liberal sol mahfillerde kategorileştirilerek, analitik bir ayrıma tabi tutularak eleştirildi. Kemalizmin Türk sağı ile özdeşleşen geleneksel kültüre, kültürel ve siyasal milliyetçiliğe kapı aralayan “yerli” boyutu eleştirildi. Kemalizmin hümanist, dünyaya açık, evrenselci yönelimi takdir edildi. Bütün bir kemalist kuşak milliyetçilik testine tabi tutuldu. Böylece Cumhuriyet’in sosyalizmle taçlanmasına imkan vermeyen kemalist sağ deşifre edilmeye çalışıldı. Tanpınar böyle bir testten başarıyla çıktığı için ödüllendirilen muhafazakâr bir yazar olarak kanona alındı. Kemalizm eleştirisinde amaç yapıcı, makul, dünyaya ayak uydurabilen çağdaş bir kemalizmi mümkün kılmaktı. 90’ların içe kapanmacı ve artık bir karikatüre dönüşmüş ulusalcı atatürkçülüğü, sosyalist ve liberal sol çevrelerin kendi ilgilerini ve gündemlerini islamcı ve muhafazakar paydaşlarıyla birlikte yürüterek entelektüel bir iktidar alanı inşa etmelerini kolaylaştırdı. Burada Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik etkilerinin özellikle 1980’lerden itibaren Türkiye içinde giderek daha fazla karşılık bulduğunu hatırlamak da önemlidir.



Liberal-sol çevreler kemalizm eleştirisini her zaman kendi siyasal ve kültürel gündemleri üzerinden yaptılar. Bunun en somut delili, kemalizme yönelik geleneksel sağ muhalefetin temel itirazlarının hiç dillendirilmemesidir. Kemalizme muhalefetin muhafazakar çevrelerde temelde iki itiraza dayandığı söylenebilir. İlki, uygulanan radikal batılılaşma programı ile modern ulus devlet için gerekli olan Türk milleti inşası sürecinin çatışkı içerisinde olduğu, hatta bir adım ötesinde radikal batılılaşmanın tarihsel kökleri ve değerleri olan bir millet anlayışının altını oyduğu argümanına dayanır. Bu bağlamda millet inşasında gerek dinin kurucu rolünün, gerekse kültürün belirleyici etkisinin ihmal edildiği, batılılaşma kaygısının Türk toplumunda bir kimlik krizine neden olduğu vurgulanır. Bu açıdan kemalizme entelektüel düzeyde ilk esaslı eleştiri kanallarından birinin, milliyetçi aydınların oluşturduğu bir muhit içerisinden geldiği hatırlanmalıdır. Kemalizme kültürel ve dinsel itiraz aynı zamanda Türk toplumunun geniş kesimlerini temsil eden mukaddesatçı, milliyetçi-muhafazakâr ve nihayet 1960’ların sonundan itibaren siyaset sahnesine çıkabilen islâmcı olarak zikredilebilecek çevrelerin temel siyasal muhalefet kaynağını teşkil etti. Kemalizme muhalefetin ikinci temel itirazı, Batılı egemenlik sistemi ile ilişkilerinde kemalizmin Türkiye’nin çıkarlarını korumaktan aciz olduğu ve Batı karşısında savunmacı bir çizgiyi benimsediği argümanına dayanır. Söz konusu itirazın, Lozan Görüşmeleri’ne kadar uzanan ve Cumhuriyet’in kuruluş süreciyle yaşıt bir temel ihtilâf konusu olduğunu hatırlamak gerekir. Özetlemek gerekirse kemalizme muhalefetin temelde radikal batılılaşma programının eleştirisine dayandığı, batılılaşma sürecinin içeride millet inşasını inkıtaya uğratarak kimlik krizine neden olduğu ve tarihsel, kültürel ve dini “temellerin” hatırlanması gerektiği vurgulandı. Batılılaşmanın dış politikada karşılığı olarak geleneksel barışçıl siyasetin Batı’nın “gözüne girmek” adına Türkiye’nin tarihsel çıkarlarını gereğince savunmadığı eleştirisi yöneltildi. Sonuç olarak, kemalizme muhalefet siyaseti en geniş çerçevede Türk toplumunun çıkarları adına batılılaşmanın bir tür muhasebesini yapma ödevini içeriyordu. Böyle bir muhalefeti yalnızca “sağ” olarak nitelendirilen milliyetçi-mukaddesatçı, muhafazakâr ve islâmcı kesimlerin yürütmesi söz konusu değildir; İdris Küçükömer, Kemal Tahir ve Doğan Avcıoğlu gibi sosyalist aydınlar bu eleştiriyi besleyen çalışmalar ortaya koydular.
Meseleye bu açıdan baktığımızda, liberal-sol çevrenin “post-post kemalizm” tartışmasını gerçek anlamda entelektüel bir dönüşüm süreci olarak okumak bana çok elverişli gelmiyor. Post-post kemalizm tartışmasının post-kemalist dönemden tek farkı bir vurgu meselesidir: 2000’lerde ulus devlet bağlamında kemalizmin “sağcılığı” eleştiri konusu iken, artık 2020’lerde kemalizmin “evrenselci” yönelimi yeniden hatırlanmıştır. Halbuki bunlar kemalizm için bir bütünü teşkil eder: bir yandan millet inşası, diğer taraftan radikal batılılaşma programı ile uygar dünyaya intibak. Siyasi gündemin etkisiyle konjonktürel konumlara paralel olarak yaşanan tartışmaların ne kadar kalıcı olabileceğini zaman gösterecek.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İdeolojiler Temelinde Osmanlı-Türk Modernleşmesi Literatürü: Bir Tasniflendirme Denemesi

Türkiye’nin bir “tarih” sorunu var. Esasında dünya çapında nitelikli tarihçilerimiz olduğu gibi, 1980 sonrasında giderek artan şekilde Osmanlı ve Selçuklu tarihine yönelik geniş bir akademik ilgi de söz konusu. Yani aslında sorun nitelikle ilgili olmadığı gibi nicelikle ilgili de değil. Türkiye’de okur-yazar hemen herkesin koro halinde yakındığı, tarihimizin ideolojilerden arınmış şekilde ele alınmamış olması olgusu önemli bir problem alanına işaret ediyor. Bu açıdan meselenin kısaca ideoloji sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Uzunca bir süredir tarih disiplini ülkemizde her ideolojinin rakip ideolojilere karşı kendi işine yarar malzemeyi devşirdiği bir cephanelik olarak işlevselleşmiş durumda. Mevzunun esas düğümlendiği ve kavganın en hararetlendiği yer ise, son iki yüz yıllık tarihimiz, nâm-ı diğer modernleşme maceramız. Ben burada Osmanlı-Türk modernleşme tarihyazımında, mevzuya ilgi duyanlar için giriş kâbilinden, ideolojik pozisyonları temel alan amatör bir tasniflendirme denemesi ya

Kürsü Peygamberlerine Karşı Max Weber: Meslek Olarak Bilim Üzerine

  Max Weber 1918 yılında Münih Üniversitesi’nde meşhur Meslek Olarak Bilim adlı konuşmasını yapar. Geniş yankılar uyandıran konuşması, çağının realist bir teşhisini içerir. Konuşmasında söz konusu olan bilimsel ethosmuş gibi görünür, ama özünde modern, rasyonel uygarlığın çelikten kafesinde, anlamlı bir yaşam talebinin, eğer hâlâ mümkünse nasıl gerçekleştirilebileceği sorusunu yanıtlamaya çalışır. Weber bir bilim adamı olarak söz konusu talebin bilimle ilişkisini sorgular. Weber’e göre anlamlı bir yaşam istemini modern bilim yanıtsız bırakır. Weber için nihai anlama yönelik sorgulamalar dünya görüşleri alanında ve insan ruhu içerisinde aranmalıdır. Daha önce metodoloji üzerine yazılarında değer yargıları ile olgular arasında kategorik bir ayrım yapılması gerektiğini savunan Weber, 1918’in olağanüstü şartlarında yeniden aynı konuya dönerek olgularla ilgilenen bilimsel alan ile değer yargıları içeren dünya görüşleri arasında kalın bir çizgi çekmeye çalışır. Weber’in bilim üzerine yaptığ

İmkânsız İdealizm: Wael Hallaq’ın İslâmcılık Bağlamında Modern Devlet Eleştirisinin Eleştirisi

  Son dönemde İslâmcılığa ilişkin özgün denilebilecek eserler Türkçeye tercüme ediliyor. Bunlardan biri de, Wael Hallaq’ın The Impossible State adıyla 2012 yılında yayınlanan ve nihayet 2019 yılında Türkçeye tercüme edilen kitabı oldu. Kitabın İslâmcı çevrelerde okunduğu ve tartışıldığı, aynı zamanda Türkiye’de yazara yönelik ilgiyi artırdığı söylenebilir [1] . Bu açıdan kitabın, kimsenin pek haberi olmadan sessiz sedasız bir şekilde tozlu raflardaki yerini alan tercüme eserlerin kaderini paylaşmadığı, en azından belirli bir muhitte yankı bulduğu söylenebilir. Bu nedenle burada bir tanıtım amacından ziyade Hallaq’ın kitabının bir kritiğini yapmaya çalışacağım. Ancak yine de, hem yazı bütünlüğünü sağlamak hem de yazarın kitabını ilk kez duyanlar için tartışmaya bir giriş olması açısından Hallaq’ın temel argümanını ve kitabı aracılığıyla temel hedefini ortaya koymaya çalışacağım. Daha sonra ise Hallaq’ın söylemini, epistemolojik temellerinin dayandığı entelektüel geleneğin içerisine yerl