Yüksel Aksu kendine özgü sineması ve samimi anlatım tarzıyla son dönemin öne çıkan yerli yönetmenlerimizden biri. Filmlerindeki anlatının sahiciliği ve gerçekliği, Muğla’nın Ula ilçesinden olan yönetmenin kendi hayat tecrübesinden esinlenerek inşa ettiği yerel hikâyelere odaklanmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan filmlerinde otobiyografik ögelerin güçlü şekilde var olduğunu söylemek mümkün. Ancak yerel bir hikaye üzerinden genel bir Türkiye portresi çıkarmadaki başarısı, Aksu’nun kendi biyografisi ile ülkenin gidişatı ve toplumun hikayesi arasında kurduğu ilişkinin gerçekliğine dayanıyor. Üçüncü filmi olan İftarlık Gazoz’da (2016) da mekân olarak Muğla’nın Ula ilçesinde geçmesine karşın tarihsel olarak geriye, Türkiye’nin 1970’li yıllarının ortalarında sıcak bir yaz mevsiminde yaşanmış bir ramazan ayı hikayesine götürüyor bizleri.
Bir Çocuğun İdealizm Arayışı
Film, çalışkan ve başarılı bir ilkokul öğrencisi olan Adem’in daha sonra hayatında dönüm noktasını teşkil edecek olan yaz tatilinde geçirdiği süreci anlatır. Adem sınıfını iftiharname ile bitirdikten sonra, “okuyacak çocuk” düşüncesiyle çalışmasını istemeyen ailesini ikna ederek yaz tatilinde Gazozcu Cibar Kemal’in yanında çırak olarak çalışmaya başlar. Adem’in bir açıdan tipik bir yoksul köylü çocuğu olduğu söylenebilir. Çalışkan, terbiyeli ve büyüklerine karşı itaatkârdır. Ancak aynı zamanda parlak, zeki gözleriyle içinde yaşadığı dünyayı, insanları anlamlandırmaya çalışan bir çocuktur Adem. En belirgin özelliği ise idealist ve tutkulu olmasıdır. Filmin ilk yarısında, Cibar Kemal ve Adem üzerinden bir usta-çırak ilişkisi teması baskındır. İkinci yarısında ise gündelik hayatın içinden 70’li yılların politik atmosferine yavaş yavaş dahil oluruz. Filmdeki en istikrarlı unsurun dini kültürel iklim olduğu söylenebilir. Gündelik hayatı bütünüyle kuşatan dini kültür, yaşanan hayatı olanca sadeliğiyle beyazperdeye aktaran Yüksel Aksu’nun objektifinde başından sonuna kadar hâkim bir tema olarak karşımıza çıkar.
Adem’in Önündeki Seçenekler
Adem, sevdiği kızın oruç tuttuğunu öğrenince büyüklerinden gizli oruç tutmaya karar verir. Ancak kimseye söylemeden tuttuğu oruç küçük çocuğun iç dünyasında büyük bir nefis mücadelesine dönüşür. Adem için oruç tutmak basitçe büyüdüğünü ispatlama çabasının ötesinde kendi varlığını aşma ve bir yüceliğe bağlanma kaygısı olarak görünür. Adem’i yaz sıcağında bisikletin pedallarını çevirirken aç ve suzuz kalmanın getirdiği bedensel yorgunlukla bitap düşmüş olarak görürüz. Ancak Adem’in fiziksel çilesiyle iç içe geçen ve giderek daha baskın hale gelen manevi bir buhranı da söz konusudur. Adem’in zihin dünyası, kişiliğinin gelişiminde etkili olabilecek güçlü figürlerin bir çatışma alanı gibidir. Hayatını yüce gayelere vakfetme eğiliminde olan idealist ruhlu çocuklar için çevrelerinde rol model olabilecek figürler, çocukların hayatlarının şekillenmesinde oldukça güçlü bir etkiye sahip olurlar. Adem’in bir ideal ve süperego arayışında olması, onun karşısına çıkan figürlere bakmamızı gerektirir.
Anne ve Baba: Adem’in anne ve babası gariban köylü insanlardır. Adem onların biricik umududur, okuyup büyük adam olacaktır. İlişkilerinde herhangi bir ciddi problem göze çarpmaz. Ancak Adem’in gece vakti dışarıda duvar yazısı yazan komünist genci komutana ve ailesine ispiyonlamamış olması ve daha sonra oruç tuttuğunu ailesinden gizlemesi, ebeveyn otoritesinin çocuk üzerinde güçlü şekilde içselleştirilmemiş olduğunu gösterir.
Cibar Kemal: Adem için en önemli figürlerden biri ustası Cibar Kemal’dir. Cibar Kemal, Coco-Cola ve türevleri olan küresel kapitalist şirketler karşısında ayakta durmaya çalışan yerel bir gazoz işletmecisidir. Şefkatli ve iyi yürekli bir adamdır. Aşırılığı sevmez, onun için ne önden gidip fazla atılgan görünmek iyidir ne de fazla arkada kalıp dikkat çekmek. Her şeyin ortası iyidir. Dünyayı Allah yaratmış, cennet vatanı Atatürk kurtarmıştır. Fazla sorgulamamak en iyisidir. Babasının yolundan gitmeyi tercih eden Cibar Kemal geleneksel çizgide bir CHP’li olarak Halkevi’nde komünist gençlerle konuşan çırağını aşırılıkçılığa kapılmaması için uyarır. Ancak aynı zamanda tutarsız bir karakterdir. Mesela insanlara oruç tuttuğunu söylemesine rağmen Adem onun gizlice ekmek arası yediğini görür. Cibar Kemal kendince inandığı doğruları olan bir adam olsa da yer yer pragmatik davranabilen bir esnaftır. Adem’e baba şefkati sunabilecek yüreği vardır ancak çocuğun süperego arayışını karşılayabilecek bir idealizme sahip değildir.
İmam: İmam kesinlikle bir yobaz karakter değildir. Kasabanın içinde, halkla temas eden bir figürdür. Dünya kupası finali için kimsenin camiye gelmediğini görünce teravih namazında küçük bir ayarlama yapıp cemaatle birlikte maç izleyebilen bir adamdır. Gerektiğinde esnek olabilen ancak belli konularda çizgisini koruyan bir profile sahiptir. İmamın aynı zamanda çocuklara din öğrettiğini görürüz. İmamın vaazları içinde özellikle insanın mümeyyiz vasfını ortaya koyan dini anlatı Adem’i çok etkiler. “İnsan arzularını ve nefsini kontrol edebildiği ölçüde insanlaşır, yoksa hayvandan bir farkı kalmaz.” Böyle söyler imam. Adem plajda imamın sözlerini aklına getirerek bikinili kadınlara bakmamaya çalışır. İmam, çocuk muhayyilesinde Adem’in hiç unutamayacağı fıkhi bir kaideyi anlatır çocuklara: “Bir kere oruca niyet ettiysen, eğer bilerek orucunu bozarsan 61 gün kefaret orucunu tutmak zorundasın.” Adem oruç tuttuğu gün bu sözler kulağında yankılanıp duracaktır. İmam figürünün Adem’in zihninde çok etkili olduğu söylenebilir. Ancak bu etki daha ziyade sınırlandıran/korkutan/yasak koyan bir temele sahip olduğu için pozitif bir içerikle doldurulması gerekir. Cibar Kemal’in ve muhtemelen öğretmenin boşlukta bıraktığı kapsayıcı bir dünya görüşü sorununa ilişkin dinin, anne ve babasının yaşam tarzıyla kültürel olarak uyumlu, açık ve net bir cevabı vardır. Ancak 70’lerin politik ortamında, yaşlı bir imamın yetişme çağındaki çocuklar için bir rol model olma imkânı küçük bir kasabada bile çok düşük bir ihtimaldir. İmamın sunduğu şekliyle geleneksel dinsellik gündelik hayatta kültürel düzlemde etkin olmasına karşın, genç kuşakları harekete geçirebilecek radikal ideolojilerin vaat ettiği dinamizmden çok uzaktır.
Ağa’nın Oğlu Komünist Hasan: Adem’in anne ve babasının da çalıştığı toprak ağasının oğludur. Ankara’da üniversite okurken siyasal olaylara karışmış, babası tarafından kasabaya getirilmiştir. Hasan’ı ilk olarak traktörde Adem’le sohbet ederken görürüz. Hasan Adem’e okuması için Gorki’nin kendi yeniyetmelik döneminde çıraklık yıllarını anlattığı “Ekmeğimi Kazanırken” adlı romanı verir. Emek bilincinden bahseder. İnsanı hayvandan ayıran özelliğin emek bilinci olduğunu vurgular. Tıpkı imam gibi o da Adem’e insanın mevcut halinin ötesine geçmesi gerektiğini, ancak o zaman gerçek anlamda insan olabileceğini söyler. O da idealist bir insanlaşma anlatısı sunar. Ancak Hasan’ın diğerlerinden farkı, Adem’i bir özne olarak en çok ciddiye alan karakter olmasıdır. Kitap vermesi ve bilinç aşılama çabası önemlidir. Komünist Hasan babası için çalışan köylülere emek ve sınıf bilinci aşılamaya çalışır, sendika kurmalarını önerir. Köylüler Hasan’ın söylediklerine kulak asmazlar. Dinsiz derler onun için, Ankara’da anarşik olaylara karıştığı bilinir. Üniversiteye gitmiş Hasan ile köylüler arasındaki kültürel mesafe her zaman hissedilir. Örneğin Hasan ramazanda köylüler içsin diye bir kasa gazoz alır, ama oruç tutmayan köylüler bile oruçlu olanlara ayıp olur diye içmezler. Ancak genel olarak Hasan’ın kasabada kötü bir imajı yoktur, uçuk kaçık fikirleri olan iyi huylu bir genç olarak görüldüğü söylenebilir. Nihayet bir gün, kasabaya gelen bir arabadan inen silahlı kişiler Hasan’ı vururlar. Film, çarpıcı bir biçimde, 12 Eylül sonrası cezaevinde ölüm orucundaki bir mahkumun, Adem’in ölmesiyle sona erer. Ağa’nın oğlu komünist Hasan tekerlekli sandalyesiyle Adem’in cenazesine katılır.
Şerif Mardin’in Kültürel Analizi: Destan Kahramanlarıyla Özdeşleşme ve Kan Davası
Filmdeki esas mesele bir çocuğun gelişme çağlarının arefesinde yöneldiği ideal arayışıdır. Film boyunca çocuğun bu arayışına şahit oluruz. Filmin son sahnesinde 12 Eylül şartlarındaki bir hapishanede tuttuğu ölüm orucuyla, çocuğun büyüyüp genç olduktan sonra bağlandığı ideali öğreniriz: Adem, içinde bulunduğu vasatı aşmak, gerçek anlamda insanlaşmak için devrimci sosyalist olmayı seçmiştir. Bu tercihinde rol model figür oldukça önemlidir. Filmin anlatısı bize böyle bir sosyo-psikolojik yorum imkânı sunar ancak bunun ötesinde sürecin nasıl geliştiğine ilişkin daha derinlikli bir okuma yapmak için Adem karakterinin politikleşmesini Şerif Mardin’in analizi üzerinden tartışmak daha verimli olabilir.
Türkiye’de Gençlik ve Şiddet adlı 1977 yılında yayınlanan makalesinde Şerif Mardin, son yıllarda kentlerde hızla artan öğrenci olayları ve siyasal şiddeti merkez-çevre kavramsal çerçevesi üzerinden ele alır[1]. Mardin’e göre öğrenci şiddetinin kökenleri çevrenin kültürel özelliklerinde aranmalıdır. Çevrede geleneksel otoriteryan kültürün yerleşik olarak güçlü olduğunu vurgulayan Mardin, Paul Stirling’in köylerde yaptığı saha çalışmalarına referansta bulunarak kırsal bölgelerde kan davasının önemli bir şiddet kaynağı olduğunu ifade eder. Dönemin öne çıkan öğrenci liderlerinden Harun Karadeniz’in anıları üzerinden çevrede otoriteryan kültürel iklimin bir sonucu olarak destan kahramanlarıyla özdeşleşmenin, siyasal şiddete yönelmede güçlü bir sosyo-psikolojik faktör olduğunu gösterir. Böylece çevrenin kültürel bir analizini yapan Mardin, bu kültürün nasıl çağdaş Türkiye’de hegemonik hale geldiğini tarihsel ve siyasal bir çerçevede açıklamaya girişir. Mardin’e göre Türkiye toplumu 1950’li yıllardan itibaren hızlı bir elitsizleşme (de-elitization) sürecine girmiştir. Kemalizm merkezi seçkinlerin kültürel bir projesi olarak çevre unsurlarına nüfuz edememiş, böylece merkezi değerler çevreye aktarılamamıştır. Merkez ile çevre arasındaki tarihsel kopukluğun bir sonucu olarak Türkiye toplumunda semboller ve simgelerin çok güçlü olduğunu ifade eden Mardin, 1970’li yıllara gelindiğinde çevreden yetişen genç kuşakların kendi kimliğini gizlemeye yönelik geleneksel saklambaç oyununu oynamak istemediklerini vurgulayarak kentlerde öğrenciler arasında gelişen sembollerin (sakal, bıyık, palto vb) siyasal kimliği ortaya koyma açısından önemini ortaya koyar. Sonuç olarak İslâm’a alternatif olabilecek güçlü bir merkezi hegemonik kültür inşa edemeyen Kemalizm’in 1970’li yıllarda Türkiye toplumunu birarada tutabilecek bir güce sahip olmaması nedeniyle çevrenin kültürel özellikleri kentlere taşınmıştır.
İdealizm ve Süperego Arayışı
Şerif Mardin’in kültürel analizinde çevrenin tehdit olarak görüldüğü ve denetlenmesi gerektiğine yönelik seçkinci bir endişenin açığa çıktığı söylenebilir. Bu açıdan yaptığı çözümlemenin güçlü bir normatif boyuta sahip olduğu eleştirisi yöneltilebilir[2]. Ancak öte yandan, söz konusu makalede “destansı kahramanlarla özdeşleşme” ve “kan davası” gibi çevrenin kültürel eğilimlerini saptamaya dönük tespitleri, Adem’in politikleşme hikayesini anlamamıza ışık tutacak bir verime işaret eder. Adem’in komünist Hasan ağabeyinin vurulduğuna şahit olması, onu ezilen yoksul köylüler ve bütün insanlığın kurtuluşu için kendisini feda eden bir kahraman olarak görmesini tetiklemiş gibidir. Benzer şekilde Ankara’da olaylara karıştığı söylenen Hasan’ın köyünde vurulması da bir öç alma ve kan davası cinayeti olarak okunabilir. Mardin’in tarihsel analizi, artık epey klişeleşmiş öğretmen-imam figürleri üzerinden kemalizm ve dinin gündelik hayattaki yerini sorgulamamızı sağlar. Adem çalışkanlığıyla sınıfının ve öğretmeninin gözbebeği bir öğrencidir. Ancak yaz tatili girince bir daha öğretmeni görmeyiz. Öğretmenin gündelik hayatta yokluğu Adem üzerinde herhangi bir kalıcı etkisi olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Okul ve müfredat üzerinden gelecek nesilleri şekillendirmeyi amaçlayan bir modern ulus devlet ve onun ideolojisi için bu “yokluk” hayati derecede önemlidir. Geleneksel dini kültür böyle bir boşluk içinde anlam krizini giderebilecek bir tutamak noktası olabilir. Adem’in yaşadığı Ula kasabasının, 1970’lerde yabancı turistlerin gelmesinin de etkisiyle Türkiye’nin muhafazakârlık seviyesi en düşük köylerine sahip olduğu söylenebilir. Ancak buna rağmen ramazan ayında gündelik hayatı kuşatan etkisiyle İslâmiyet, çağdaş Türkiye’nin görece en çağdaş köylerinde bile önemini korumaktadır. İmamın sözlerinin Adem üzerindeki etkisi, Adem’in kültürel anlam dünyasının önemli bir boyutunun geleneksel dinsellik etrafında örüldüğünü gösterir. Nitekim devrimci sosyalist bir genç olarak ölüm orucunda “gazoz” sayıklamaları, yaz tatilinde idealist bir çocuk olarak tuttuğu ilk oruç ile bilinçaltında kurduğu rabıtayı ve dinsel sürekliliği göstermektedir.
1970’lerde genç kuşakları harekete geçiren siyasal ideolojiler olarak Türk Milliyetçiliği-Sosyalizm-İslâmcılık üçlüsünün çağdaş Türkiye toplumunda kimlik krizi ve anlam boşluğuna karşı bir sığınak olarak işlev gördüğü söylenebilir. Kemalizmin geleneksel dine ikame bir uygarlık projesi olarak başarısızlığının sonucunda, çevrenin kültürel unsurlarıyla başarılı şekilde eklemlenebilen ideolojiler söz konusu açığı doldurabilen “yerli” bir anlatı geliştirebilmişlerdir. Bu çerçevede Türkiye’de genç kuşakların kitle ruhunu oluşturan esas unsurun bir süperego ve idealizm arayışı olduğu söylenebilir.
Batı’da ve Türkiye’de gelişen 68 öğrenci hareketlerinin nasıl farklılaştığı psikanalitik terimlerle açıklanabilir. Batı’da 68 kuşağı, İkinci Dünya Savaşı sonrasının refah toplumlarında liberal bir atmosfer içinde yetişmiş bir kuşaktır. Bu kuşak temel yönelimi itibariyle otoriteyi temsil eden her şeye (aile, baba, kapitalizm, devlet, din, dogmatik ideolojiler) karşı anti-muhafazakâr bir tavra sahiptir. 68 kuşağıyla birlikte değişen ben-oluşumu, kollektif özdeşleştirme güçlüklerinin karakterize ettiği bir topluma işaret eder. Klasik psikanalitik teorinin varsaydığı dürtü ve ilgilerin içselleştirilmiş denetimi biçimindeki ben-oluşumunun yerine, ben imgeleri dolaysızca birincil narsist kendilikten kaynaklanan narsist bir psişik yapı geçmiştir. Böylece istikrarlı ve tutarlı bir süperego-özdeşleştirmelerinin çöküşüyle birlikte, asketik bir çalışma ahlakına ve itaate sorgusuz sualsiz yatkınlığa ilişkin tutumlar azgelişmiş hale gelmişlerdir.[3] Dolayısıyla Batı’da ve Türkiye’de 68 öğrenci hareketleri, aynı evrenselci ideolojiden beslenseler de, siyasal yönelimleri ve talepleri çok farklı gelişmiştir. Türkiye’de olan, geleneksel kültürün etkisini koruduğu bir coğrafyada modernleşme süreçlerinin getirdiği anlam boşluğuyla hakikat olarak İdeoloji’nin ikâme edilmesi arayışıydı. Batı’da ise dinin yerine geçen ideolojilerin vaat ettiği dünyevi mutluluğu getirmediği acı şekilde tecrübe edilmişti. Böylece Batı’da bireyselleşme, cinsel özgürlük ve ideoloji sorgulamalarıyla şekillenen muhafazakârlık karşıtı bir yaşam biçimi savunulurken, Türkiye’de güçlü rol model figürler etrafında örgütlenmiş sekter ideolojilere dinsel bağlanmanın getirdiği adanmışlık söz konusu olmuştur.
[1] Şerif Mardin, Türkiye’de Gençlik ve Şiddet, Türk Modernleşmesi içinde, İletişim.
[2] Merkez-çevre paradigmasının sınırlılıklarını tartışan ve çevrenin kültürel zenginliğinin ihmal edildiğini vurgulayan kapsamlı bir analiz için bknz. Alim Arlı, Devletin sürekliliği, devrimin muhafazası, toplumun denetimi sorunu: Merkez-çevre paradigmasının sınırlılıkları üzerine notlar, Toplum ve Bilim, 2006, sayı 105, s.96-128.
[3] Ayrıntılı bilgi için bknz. Helmut Dubiel, Yeni Muhafazakârlık Nedir?, 2017, İletişim, ss.25-54.
Yorumlar
Yorum Gönder