Ana içeriğe atla

İmkânsız İdealizm: Wael Hallaq’ın İslâmcılık Bağlamında Modern Devlet Eleştirisinin Eleştirisi


 

Son dönemde İslâmcılığa ilişkin özgün denilebilecek eserler Türkçeye tercüme ediliyor. Bunlardan biri de, Wael Hallaq’ın The Impossible State adıyla 2012 yılında yayınlanan ve nihayet 2019 yılında Türkçeye tercüme edilen kitabı oldu. Kitabın İslâmcı çevrelerde okunduğu ve tartışıldığı, aynı zamanda Türkiye’de yazara yönelik ilgiyi artırdığı söylenebilir[1]. Bu açıdan kitabın, kimsenin pek haberi olmadan sessiz sedasız bir şekilde tozlu raflardaki yerini alan tercüme eserlerin kaderini paylaşmadığı, en azından belirli bir muhitte yankı bulduğu söylenebilir. Bu nedenle burada bir tanıtım amacından ziyade Hallaq’ın kitabının bir kritiğini yapmaya çalışacağım. Ancak yine de, hem yazı bütünlüğünü sağlamak hem de yazarın kitabını ilk kez duyanlar için tartışmaya bir giriş olması açısından Hallaq’ın temel argümanını ve kitabı aracılığıyla temel hedefini ortaya koymaya çalışacağım. Daha sonra ise Hallaq’ın söylemini, epistemolojik temellerinin dayandığı entelektüel geleneğin içerisine yerleştirerek tartışmayı deneyeceğim. Son olarak Hallaq’ın soyut argümanların ötesinde günümüz şartlarında İslam Dünyası’na nasıl bir öneride bulunduğunu ve kitaba verilen tepkilerin Türkiye’de İslâmcılığın durumu hakkında bize ne söylediğini tartışacağım.

Modern Devlet ve Şeriat’ın Uyumsuzluğu Problemi

Hallaq’ın kendi deyişiyle kitabın oldukça basit bir savı var: Temsil ettiği değerlere göre yapılmış herhangi bir modern devlet tanımına göre “İslâmi devlet” hem bir imkânsızlık barındırır hem de çelişkili bir tamlamadır. Bu çelişki, Hallaq’a göre, Şeriat’ın kendisinden değil, aksine modernitenin ahlâki açmazlarından kaynaklanır: “Bugünün Müslümanlarının politik, yasal ve kültürel mücadeleleri kendi ahlâki ve kültürel özlemleriyle modern dünyanın –kendilerinin üretmediği fakat yaşamak zorunda olduğu– ahlâki gerçeklikleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor.” (s.26) Siyasal ve ekonomik meseleler ise, yine bu öz-çelişkiyle ilintili olarak, söz konusu ahlâki açmazın bir türevidir. Dolayısıyla ahlâki birer mesele olan bu çelişkileri çözmek, politik ve ekonomik problemleri de çözmek demektir. Böylece Hallaq yalnızca çağdaş İslâm’ın krizi olarak tanımlanan olgunun bütün boyutlarını yakalamanın ötesine geçerek modern projenin ahlâki boyutlarını da radikal şekilde sorgulamayı amaçlar. Daha açık ifade etmek gerekirse Hallaq, İslâmcılığın modern devletle uyumlu siyasal projesinin çelişkilerine işaret ederken esasında modernitenin çelişkilerine ve güçlü bir eleştirisine dayanır.

Kitabın ilk iki bölümünde, sırasıyla “paradigmatik İslâmi yönetim” ve “paradigmatik modern devlet” kavramlarını açıklayarak çalışmasının kuramsal zeminini tartışır. Sonraki üç bölümde hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı doktrini, hukuk ile politika ve ahlâk ilişkisi, öznellik ve benlik teknolojileri konularını geleneksel İslâmi yönetim ile modern ulus devlet bağlamında karşılaştırmalı olarak ele alır. Bu bölümler aracılığıyla Hallaq, Şeriat’ın kendi içinde tutarlı ve bütünlüklü, ahlâkı merkeze alan, hukukun üstünlüğüne ve kuvvetler ayrılığına dayalı otantik bir yönetim kurduğunu göstererek İslâm fıkhına dayalı yönetimin modern devletle uyumsuzluğunu ortaya koymaya çalışır. Altıncı bölümde ise, tezini kanıtlamak amacıyla modern koşulların baskısı altında İslâmi bir yönetimin var olduğu bir varsayımsal durumdan hareket ederek mevcut koşulların ürünü olan modern devletin İslâmi yönetimin herhangi bir türünü nasıl kısa veya uzun vadede imkânsız kılacağını gösterir. Yedinci ve son bölümde ise, modern dünyada İslâmi yönetimin imkânsızlığının temel nedenini soruşturmaya çalışır. Hallaq’a göre, modernite İslâmi paradigmatik yönetimin asgari standart ve beklentilerini karşılamaya elverişli bir ahlâki çevreden yoksundur.


Geleneksel İslâm’a İtibarını İade Etmek: Alternatif Bir Düzen Olarak Şeriat’ın İnşası

Wael Hallaq, takipçilerinin malumu olduğu üzere, Batılı akademik dünyanın en saygın İslam fıkıh uzmanlarından biridir. Bu açıdan Hallaq’ın fıkıh ve şeriat üzerine değerlendirmelerini tartışmayı, işin erbabına bırakmak akıllıca bir tutum olacaktır. Ancak The Impossible State’de uzmanlık birikiminden hareketle İslâmcı siyasal projelerin temelinde yatan çağdaş problemi teşhis etmeye çalışmasıyla, Hallaq’ın geniş bir entelektüel bağlam içerisinde konuştuğu ve böylece konuyla ilgilenenlerin de katkı sunabileceği bir tartışmayı tetiklemiş olduğu söylenebilir. Böyle bir açıklık zemininde Hallaq’ın entelektüel çabasını anlamaya çalıştığımızda, Şeriat’ı alternatif bir düzen olarak kuramsal düzeyde yeniden inşa etmeyi amaçlayan bir bilginle karşılaşırız. Batı’da böylesine bir çabayı sergilemek, iyi bilindiği üzere, aynı zamanda yel değirmenleriyle savaşmayı göze almak anlamına gelir. İslâm’a ilişkin basmakalıp yargılar temelinde üretilmiş tarihsel akademik bilginin, bu bilginin kurumsallaşarak aktarıldığı bir kanal olarak Şarkiyatçılığın ve siyasal gündemin etkisiyle son dönemde köpürtülerek ana-akım söylem haline gelen medyatik İslamofobik anlatıların uzağında, güçlü bir özgüvenli entelektüel tavrıyla çağdaş akademik söylem içerisinde kalarak Şeriat’ı alternatif bir düzen olarak kavramsallaştırmak, başlıbaşına soylu bir çabaya işaret eder ve her türlü takdirin üzerindedir. Kolonyal dönem öncesi İslâmi geçmişin tecrübesini bir bütün olarak önemseyen ve söz konusu bütünsel tecrübenin en iyi şekilde İslâmi yönetim paradigması olarak Şeriat içerisinde cisimleştiğini savunan Hallaq, bu tecrübenin içinde yaşadığımız modern dünyaya ahlâk temelli bir çözüm önerisi sunabileceğini düşünür. Öte yandan modernite ile İslâm arasındaki ontolojik uyumsuzluğun farkında olan Hallaq, İslâmi yönetim tarzının ancak uygun bir ahlâki zemin söz konusu olduğunda gerçekleşebilme ihtimalinin olduğunu vurgular. Yiğidi öldür hakkını yeme deyişine uygun olarak Hallaq’ın hakkını teslim ettikten sonra, alternatif bir düzen olarak Şeriat anlatısını hangi zemin üzerinde, nasıl bir söylem geliştirerek ve işaret ettiği entelektüel dayanaklarıyla birlikte tartışmamız gerekir.

Soyut İdealizm ve Gizli Evrenselcilik Kıskacında Felsefi Muhafazakârlığın Açmazları

Şeriat, Hallaq’ın tarihsel anlatısında, merkezinde ahlâkın olduğu organik bir sistemdir. İslâm dünyasının sömürgeciliğe maruz kalması sonucu 19.yüzyıl’da Şeriat tasfiye edilmiştir çünkü sömürgeciliğin merkezi alanları ekonomik ve siyasaldır, ahlâki değildir. Bu nedenle, Hallaq’a göre, modernite ve onun devletinin, Şeriat’ı kendi şartları ile kabul etmesi mümkün değildir. Böylece Hallaq, bütün bir modernleşme sürecini ahlâkın merkezi alan olduğu bir geleneksel düzenden ekonomik ve siyasal olanın merkezi alan olduğu modern sisteme geçiş olarak değerlendirir. Hallaq’ın geleneksel alternatif düzen olarak Şeriat anlatısı, Alasdair MacIntyre ve Charles Taylor gibi düşünürlerin modernite eleştirisinde kurguladıkları pre-modern ideal düzene denk düşmektedir. Hallaq’ın kuramsal tartışması, kendisinin de zikrettiği gibi, büyük ölçüde Charles Taylor, Alasdair MacIntyre ve Charles Larmore gibi Batılı etik ve ahlâk felsefecilerinin modernite eleştirisiyle paralellik arz eder. Bu açıdan bakıldığında, Hallaq’ın modernite eleştirisinin kökenleri, Batı’da 20.yüzyılın sonlarında dar bir akademik çevrede yükselen felsefi muhafazakâr söyleme işaret etmektedir. Bu bağlamda aşırı bir yorumla Hallaq’ın öncelikli olarak postmodern eğilimlere açık veya felsefi muhafazakâr tandanslı yüksek entelektüel gruplara seslendiği sonucu çıkarılabilir. Eğer bu yorumda bir hakikat payı var ise, söz konusu entelektüel çevrelerin Batılı toplumların dünya görüşünün şekillenmesi üzerinde veya siyasal partilerin kamu politikalarını geliştirmelerindeki etkilerini tartışmak gerekir.

19.yüzyılın ortalarında toplumun çözülmesini engellemek ve statükoyu korumak adına ampirik araştırmaya yönelen ve sosyoloji disiplininin icadında rol oynayan muhafazakâr entelektüel gelenek, 20.yüzyılın ikinci yarısında modernlik karşısında yenilgisini kabullenerek görünenin (büyük çalkantıların, dönüşümlerin ve yıkımların) ardında değişmeyen, sabit, özsel hakikatleri keşfetme gayretiyle felsefi bir niteliğe büründü. Somut ve pratik olandan, sıradan insanın ihtiyaçlarından ve gündelik hayattan kaçarak kendi kabuğuna çekilen çağdaş muhafazakârlık, soylu ideallerini felsefi bir tonla yüksek perdeden dillendirmeye çalıştı[2]. Çağdaş muhafazakârlığın neoliberalizmin ideojik aygıtına dönüşmemiş olan felsefi formu, açık bir biçimde, Aristotelesçi bir geleneksel düzenin savunmasını yapmaya başladı. Geleneksellik vurgusu güçlü olan felsefi muhafazakâr söylemin bir yenilginin ürünü olduğu vurgulanmalıdır. Hallaq’ın da bir biçimde dahil olduğu felsefi muhafazakârlığın modernite eleştirisinin Batı’da ciddi bir toplumsal karşılığının olduğunu söylemek oldukça zor görünmektedir. Bu noktada akla gelebilecek çevrecilik veya kadın hareketi gibi yeni toplumsal hareketlerin, modernlikle felsefi muhafazakâr geleneğin aksine seküler ve siyasal bir düzlemde hesaplaştığını söylemek gerekir. İngilizce konuşan bir akademik dünyaya hitap eden Wael Hallaq’ın entelektüel dayanak devşirdiği felsefi muhafazakârlığın Batılı toplumlardaki etkisi zayıf, karar alıcılar nezdinde varlığı neredeyse yok hükmündedir. Böyle bir etki gerçekten yok ise, bu durum, Hallaq’ın İslâmcı siyasal proje dışında Müslümanlara alternatif bir somut öneri sunamadığı anlamına gelir. Zira kitabının son kısmında çözüm önerilerini tartışan Hallaq, Müslümanların politik ve entelektüel elitlerinin Batılı muadilleriyle ortak bir sözlük geliştirerek İslâm’ın ahlâk arayışının Batılı felsefi ve politik düşüncede karşılığı olduğunu ifade etmektedir. Bu benzerlik ve hatta ortaklığın normal olduğunu çünkü ikisinin de aynı ahlâki duruma cevap verdiklerini ifade eden Hallaq, iki tarafta da bu güçlerin modernitenin ve onun devletinin sorgulayanları arasına katılabileceğini belirtir.

Hallaq’ın çözümünün bu kadar naif olması şaşırtıcı değildir zira epistemolojisini dayandırdığı entelektüel gelenek, modernite eleştirisinde soyut bir idealizme ve felsefi söyleme hapsolmuş durumdadır. Üstelik modernite ve modern devletle ontolojik düzeyde hesaplaşmaya çalışan Hallaq’ın ideal düzen olarak Şeriat anlatısı teorik liberalizmle tam bir uyum içindedir. İslami geleneksel ve modern ulus devlet yapılarını karşılaştıran Hallaq, siyasal liberalizmin temel değerleri olan hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı gibi ilkelerin modern devlette pratikte uygulanamadığını, buna karşın Şeriat düzeninde ise mükemmel şekilde uygulanabildiğini göstermeye çalışır. O halde siyasal liberalizm, Hallaq’ın analizinde, normatif ideal bir düzen olarak kurgulanır. Buradaki tartışmada, açık bir şekilde, Şeriat ideal bir liberal siyasal düzen olarak tasavvur edilir. Hallaq’ın temel eleştirisi, modern devletin liberal ilke ve değerlerle uyumsuz olmasından kaynaklanır. O halde modern devlet evrensel değildir, ancak liberal ilke ve değerler evrenseldir. Buradan çıkan sonuç; Hallaq’ın Batılı evrenselciliği teorik düzeyde onaylamış olmasıdır.

İslâmcılığın Muhafazakâr Eleştirisi: Siyasal Bilinç Eksikliği

Hallaq’ın eserinde öne sürdüğü tez, bir bakıma, Türkiye’de yaşanan İslâmcılık tartışmaları bağlamında çok da yeni sayılmaz. Türkiye’de geleneksel muhafazakâr bir pozisyon içerisinde İslâmcılığa dair üretilen söylemin temel motivasyonu, İslâmcılığın modernist özelliklerini keşfederek kınamak olmuştur. Kendi içinde bütünlüklü ve tutarlı bir söylem üreten gelenekselci muhafazakârlık, modern dünyayla ikircikli bir tutum içerisinde olan ve moderniteyle hesaplaşmak kadar modernliğin imkân ve araçlarının İslâm Dünyası’na aktarılmasını da bidayetinden itibaren gündeminde tutan İslâmcılığı modern, aşırı politize, tepkisel, otantiklikten uzak ve melez bir karaktere sahip olmakla suçlamıştır. Bu açıdan Hallaq’ın modern devletle Şeriat arasındaki ontolojik uyumsuzluğu vurgulayan argümanı, geleneksel muhafazakârlığın söylemine tekabül etmektedir. Bu bakış açısında geleneksel ve modern iki ayrı dünyaya ait özsel kategoriler olarak düşünülür. Modern ve geleneksel arasında keskin bir ayrım olduğunu varsayan gelenekselcilik, tarihselliği devre dışı bırakan soyut felsefi bir perspektife dayanır. Böylece, örneğin, İslâmcılığın siyasal iktidar olma talebi ve çabası değersizleşir zira modern dünya, ulus devlet ve bireyci kapitalist toplum; hepsi birlikte Hallaq’ın deyimiyle paradigmatik modernite İslâmcı ideallerin uygulanabileceği asgari zemini ortadan kaldırmıştır. Bu bakış açısı, İslâmcılığın modern bir ideoloji olarak siyasal olanı öncelediğini, ancak olması gerekenin ahlâkı öncelemek olduğunu ileri sürer. Modern dünyanın yaşadığı kriz bir ahlâk krizidir. Bu kriz çözülürse siyasal, sosyal, ekonomik vb bütün problemler çözülebilecektir. Bu bakış açısında bütün sorunlar ideal düzlemde tartışılır, olması gereken ortaya konur, felsefi sorgulama esastır. Bir başka deyişle göklerden yeryüzüne inilmez. Kısaca bu bakış açısı, siyasal olanın etik tarafından yutularak siyaseti özerk bir alan olarak düşünmedeki yetersizliği veya isteksizliği nedeniyle 19.yüzyılın İslâmcı aydınlarının siyasal bilinçlerinin bile gerisine düşer.

Türkiye’de İslâmcılık: Ölü Taklidi Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

Türkiye’de İslâmcı çevreler görüldüğü kadarıyla Hallaq’ın eserinin ciddi bir kritiğini yapmak yerine söylediklerini benimseme yoluna gittiler. Bu, belki de, İslâmcıların muhafazakârlığın modernite eleştirisinin büyüsüne kapılarak kendi pozisyonlarını artık meşru görmedikleri ve böylece muhafazakârlaştıklarına dair bir işaret olabilir mi? Bu tutum bir bakıma teoriyle pratiğin, entelektüel-akademik üretimle reel hayatın Türkiye’de ne kadar kopuk olduğunu göstermiş oldu. İslâmcı ve muhafazakâr çevrelerin giderek artan bir şekilde siyasal iktidarın nimetlerinden faydalandığı bir vakıa olarak karşımızda duruyor. Bu durumun bir değerlendirmesini veya kritiğini yapmanın yeri burası değil. Ancak burada ilginç olan, iktidar tecrübesi edinmiş olan İslâmcı çevrelerin söz konusu tecrübelerine dayanarak Hallaq’ın eseri üzerinden bir muhasebe yapmamış olmalarıdır. Halbuki Hallaq’ın İmkânsız Devlet’i üzerinden İslâmcılar için sahici özdüşünümsel bir sorgulama imkân olarak karşımızda durmaktadır. Ne için, hangi amaç uğruna buralara geldik, geldikten sonra ne elde ettik ve ne kaybettik, bundan sonra ne hedefliyoruz? Modern devlet bizim hedeflerimiz için ne ölçüde uygun bir araçtır? Devletle kurduğumuz ilişki nasıl ve ne düzeyde olmalı? Bütün bu sorular, iktidara gelen bir siyasal hareketin dönem dönem kendisine sorması ve tekrar tekrar yüzleşmesi gereken sorulardır. Hallaq’ın eserinin talihsizliği, Türkiye’de İslâmcılığın kimlik politikalarıyla kendi inandırıcılığını büyük ölçüde aşındırmaya başladığı ve sık sık ölü taklidi yaptığı bir vasatta Türkçeye tercüme edilmesi oldu. Umalım ki daha bereketli tartışmalara vesile olsun.



[1] Hallaq’ın bu yıl içinde iki önemli eseri daha Türkçeye tercüme edilerek okurla buluştu: Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek: Modern Bilginin Eleştirisi, ter. Ahmet Demirhan, 2020, Ketebe; Modernitenin Reformu: Abdurrahman Taha’nın Felsefesinde Ahlâk ve Yeni İnsan, ter. Tahir Uluç,  2020, Ketebe. Son yıllarda Hallaq birçok kez Türkiye’ye geldi ve çalışmalarını paylaşma fırsatı buldu. Aynı zamanda kendisiyle röportajlar da yapıldı.

[2] Muhafazakârlığın ayrıntılı bir çözümlemesi için bknz. Philippe Benetton, Muhafazakârlık, 2016, İletişim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İdeolojiler Temelinde Osmanlı-Türk Modernleşmesi Literatürü: Bir Tasniflendirme Denemesi

Türkiye’nin bir “tarih” sorunu var. Esasında dünya çapında nitelikli tarihçilerimiz olduğu gibi, 1980 sonrasında giderek artan şekilde Osmanlı ve Selçuklu tarihine yönelik geniş bir akademik ilgi de söz konusu. Yani aslında sorun nitelikle ilgili olmadığı gibi nicelikle ilgili de değil. Türkiye’de okur-yazar hemen herkesin koro halinde yakındığı, tarihimizin ideolojilerden arınmış şekilde ele alınmamış olması olgusu önemli bir problem alanına işaret ediyor. Bu açıdan meselenin kısaca ideoloji sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Uzunca bir süredir tarih disiplini ülkemizde her ideolojinin rakip ideolojilere karşı kendi işine yarar malzemeyi devşirdiği bir cephanelik olarak işlevselleşmiş durumda. Mevzunun esas düğümlendiği ve kavganın en hararetlendiği yer ise, son iki yüz yıllık tarihimiz, nâm-ı diğer modernleşme maceramız. Ben burada Osmanlı-Türk modernleşme tarihyazımında, mevzuya ilgi duyanlar için giriş kâbilinden, ideolojik pozisyonları temel alan amatör bir tasniflendirme denemesi ya

Kürsü Peygamberlerine Karşı Max Weber: Meslek Olarak Bilim Üzerine

  Max Weber 1918 yılında Münih Üniversitesi’nde meşhur Meslek Olarak Bilim adlı konuşmasını yapar. Geniş yankılar uyandıran konuşması, çağının realist bir teşhisini içerir. Konuşmasında söz konusu olan bilimsel ethosmuş gibi görünür, ama özünde modern, rasyonel uygarlığın çelikten kafesinde, anlamlı bir yaşam talebinin, eğer hâlâ mümkünse nasıl gerçekleştirilebileceği sorusunu yanıtlamaya çalışır. Weber bir bilim adamı olarak söz konusu talebin bilimle ilişkisini sorgular. Weber’e göre anlamlı bir yaşam istemini modern bilim yanıtsız bırakır. Weber için nihai anlama yönelik sorgulamalar dünya görüşleri alanında ve insan ruhu içerisinde aranmalıdır. Daha önce metodoloji üzerine yazılarında değer yargıları ile olgular arasında kategorik bir ayrım yapılması gerektiğini savunan Weber, 1918’in olağanüstü şartlarında yeniden aynı konuya dönerek olgularla ilgilenen bilimsel alan ile değer yargıları içeren dünya görüşleri arasında kalın bir çizgi çekmeye çalışır. Weber’in bilim üzerine yaptığ